"Kürt Meselesi/Sorunu" konusunda, öngörülen yeni süreç ile ilgili öneriler manifestosu Müfid Yüksel
"Kürt Meselesi/Sorunu" konusunda, öngörülen
yeni süreç ile ilgili öneriler manifestosu
Müfid Yüksel
1- Kürt Sorunu konusunda yeni hakiki-sahici bir çözüm
süreci başlamalı/başlatılmalı. Tüm taraflar gizli ajandalar ve patronajlarla bu
süreci baltalamamalı.
2- “Örgütün/PKK’nın, Kandil’in ve bazı siyasi
uzantılarının süreçte tek muhatap haline getirilmesi, müzakerelerin sadece
onlarla yürütülmesi” gibi geçen seferki fahiş hatalar tekrarlanmamalı
3-Çözüm sürecini başlatacak “İrade” masanın tek tarafında
değil, iki tarafında da olmalı. Hem Türk vs. hem de Kürt vs. olmalı. Empati
yapılmalı
4- Çözüm sürecinde İslam/Din asla ıskalanmamalı. Bu
konuda geçen seferki "Dinsiz Çözüm Süreci" tuzağına düşülmemeli.
5- Son dönemlerde yükselen/yükseltilen ve Kürtlere
efelenme şeklinde tezahür eden Hamasi Milliyetçi söylemler/tutumlar ve tek-parti
dönemini çağrıştıran Katı Devletçilikten kaçınılmalı. Bu çerçevede
Devlet/Devletçilik adına tüm Kürtlere “racon kesme” veya kendilerine
“asli/kurucu/egemen unsur” Kürtlere ise “maraba, adeta sığıntı” nazarı ile
bakma, Kürt kitlelerini tehdit etme, aşağılama, korku salma tutumlarından
zinhar sakınılmalıdır. Hiçbir yetkileri olmadığı halde Hamasi
Milliyetçi sloganlarla kendilerini “Devlet, Güvenlik Güçleri” yerine koyup
“Racon Keserek” Kürt kitlelerine korku vermeye/salmaya çalışan holigan troller
susturulmalıdır.
Ayrıca, özellikle 2015’ten bu yana, Selahaddin Eyyubî,
Mevlâna Abdurrahman Câmî (Molla Câmî) , İdris-i Bitlisî, Mevlâna Halid-i
Bağdâdî Şehrezorî, Şeyh Abdurrahman
Hâlis Et-Tâlebânî, Seyyid Taha En-Nehrî, Bediüzzaman Said Nursî, Şeyh Abdurrahman Et-Tâhî, Şeyh Muhammed Ziyauddin gibi
Kürtler arasından çıkmış/yetişmiş ortak değer olmuş, toplumun çimentosu
hükmündeki sembol-dini şahsiyetlere yönelik bir kısım ulusalcı çevrelerin
itibarsızlaştırma, toplumdaki etkilerini tasfiye etmeye yönelik faaliyetleri
durdurulmalı bu uğursuz propagandalara destek verilmemeli.
6- “Biz çözüm sürecinde Kürtler için elimizden gelen her
şeyi yaptık, Kürtler ise bize ihanet etti” gibi 2015’ten, Hendek kepazeliğinden
beri dile getirilen tehlikeli söz/söylem ve yaklaşımlar ülkenin halkları, Müslüman
ahali içinde büyük duygusal kopuşlara, toplumlar arası sarılamayacak
derin yaraların oluşmasına yol açmaktadır. Devlet/iktidar, Stalinist bir
yapılanmayı/örgütlerin şiddet eylemlerini tüm bir halka, Müslüman bir ahaliye
mal ederek bu tür toptancı yaklaşım, tehevvürle tüm gemileri yakma tutumu
sergileme, tüm bir halkı, ahaliyi terörize/kriminalize etme makamında
değildir/olmamalıdır. Buna da Hakkı yoktur. Devlet/iktidar sorumluluğuna, temel
insan hak ve hürriyetlerine ve İslâm’ın bu yöndeki âmir hükümlerine tamamen
aykırıdır.
Türkiye, Osmanlı devrinden beri, İki asrı
aşkındır, karşılaştığı sorunları içerde çözme yeteneğini gittikçe kaybedip,
sorunlarını, “Vatan Kaybetme” psikolojisi ve “Bekâ” endişesini merkeze alıp sürekli nihayetinde
uluslararası/beynelmilel mesele haline getirip, ecnebi/düvel-i muazzama
müdahalesi ile aleyhinde çözdürten ve bu suretle sürekli küçülen/büzülen bir
ülke olmaktan bir türlü Kurtulamamıştır. 19. Yüzyıl başlarındaki Mora ve
Sırp/Belgrad meselesinden beri sorunlar hep “Vatan Kaybetme” psikolojisi ve “bekâ
endişesi” merkeze alınıp tehevvür gösterilerek, ahalisinin bir bölümünü ötekileştirip/yabancılaştırıp
düşmanlaştırarak bu hale getirilip sonuçta herkes kaybetmektedir. “Vatan Kaybetme” psikolojisi “Bekâ Endişesi” ne dayalı tehevvür ve
reaksiyon merkezli politikalar mütemadiyen ülkeye/tüm coğrafyaya, tüm ahaliye
zarar vermiştir.
7- Hangisi olursa olsun, Kürt Siyasi
yapılanmaları/grupları ve Kürt Diasporası “Ya Hep Ya Hiç” siyaseti ile Kürtleri
kaldıramayacakları, sürekli patinaj yaptıran zorluklara/felaketlere sorumsuzca
sevk etmekten vaz geçmelidir. Bu çerçevede Kürt Siyasi organizasyonları/örgütleri
her türlü şiddete, silahlı eyleme behemehal son vermelidir. Bundan uzak durarak
asla şiddete/silaha başvurmamalıdır.
Başvurulan her şiddet karşı büyük şiddete yol açmakta ve
bu da Kürt kitlelerin uzun süren inanılmaz büyük mağduriyetler/baskılar/felaketler/trajediler
yaşamasına yol açmaktadır. Müzakere süreçleri, Hendek kepazeliğinde olduğu
gibi, totaliter ideolojik örgütsel-fırsatçı tutumlarla baltalanmamalıdır.
Gündeme gelecek müzakere süreçleri sert/radikal söylem ve tutumlarla zora
sokulmamalı, müzakere kapıları kapatılmamalıdır. Önceki hatalar tekrarlanmamalıdır. Süreçleri
sona erdirecek, karşı büyük şiddete neden olacak bu tür radikal söylemler ve
(özellikle Stalinist şiddet/conflict anlayışı üzerinden) şiddete
başvuran/şiddeti/silahlı eylemleri öngören, örgütler/siyasi gruplar
marjinalleştirilmeli/dışlanmalı.
Nitekim, bu konuda 1889’da Kafkas Ermenilerinin
oluşturduğu Hınçak Komitesi 1889’da Osmanlı Ermenilerini Osmanlı idaresine
karşı ayaklanmaya teşvik maksadı ile Londra’da bir bildiri kitapçığı neşreder.
Osmanlı Ermenilerinin Osmanlı idaresinden ayrılması için ayaklanmasını öngören
iki bölümden oluşan beyannâmede Komitenin yöntem olarak anarşizmi, ideoloji
olarak sosyalizmi benimsediğini ve Paris Komününü örnek aldıklarını ilan
ederler. Hınçak Komitesinin en ilgi çeken yönü, bu kadar erken bir dönemde
Sosyalizmi ideoloji olarak benimsemeleriydi. O dönemde Sosyalist/Marxist
ideolojiye sahip henüz bir tek devlet ortaya çıkmamış olmasına karşın, Hınçak Ermeni
Komitesinin İngiltere’nin himayesinde Anarşizm ve Sosyalizmi benimsemeleri,
Anglo-Saxon iradenin daha o dönemlerde, bir kısım siyasal proje ve ayrılıkçı
hareketlerde diyalektik Materyalizm ve conflict Theory/çatışma teorisine dayalı
Sosyalist ideolojiyi bir araç olarak istihdam ettiğini göstermesi
açısından bu belgeler önem arzetmektedir. (Hüseyin Nazım Paşa, Ermeni
Olayları Tarihi, BOA, Y.EE, 36/31; Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü
Yayınları, Cilt. 1-2, Ankara, 1994)
8- Ana Dil Serbestisi ve Ana Dilde Eğitim ile ilgili
öneriler:
Son 20 yıldır Kürt Meselesi ile ilgili en fazla
gündeme/dile getirilen konulardan ve taleplerden biri Ana Dil Serbestiyeti Ve
Ana Dilde Eğitim konusudur. Hatta, Çözüm Sürecine ilişkin müzakerelerin de
başat hususlarından biri olarak gündeme getirildi.
Buna karşın, konuya ilişkin detaylı somut
talepler/öneriler hiçbir şekilde belirtilmediği gibi, soyut söylemlerin ötesine
gidilemedi. Kendilerini Kürtlerin temsilcisi olarak gösteren örgüt/örgütler ve
siyasal uzantılarının da elle tutulur somut önerileri olmadığı gibi, Ana Dilde
Eğitimin içeriğine ilişkin somut bir proje ortaya çıkmadı. Tüm bunlara rağmen,
örgüt/örgütler ve siyasi uzanımları dışında kalan tüm yapılar, Anadilde Eğitim
sorununu çözmemekle, çözmeye yanaşmamakla suçlandı. “Ana Dilde Eğitim” söylemi,
müşahhas bir talep/öneri ve proje olarak sunulma yerine, örgüt ve uzantıları
tarafından algı operasyonunda sloganlaştırılarak siyasi propaganda/karalama
aracı olarak kullanıldı. Bu algı operasyonu/propaganda çerçevesinde, TRT
6/Kurdî; bazı üniversitelerde Kürdoloji bölümlerinin açılması gibi atılan
adımlar dahi değersizleştirilmeye çalışıldı.
Ana Dilde Eğitimle ilgili bazı çevrelerin iyi niyetli
projeleri de aynı şekilde, karşı karalama kampanyası ile değersizleştirilerek
berhava edildi Konuyla alakalı, sloganlaştırılan söylemin ötesinde proje/öneri
getirilmediği gibi bir propaganda sopası olarak kullanılmaktadır.
Konuya ilişkin iki yönlü somut bazı çözüm önerilerini
kamuoyu ile de paylaşmıştık. Örgün Eğitim kurumları çerçevesinde iki aşamalı
bir öneri paketi; ayrıca fiiliyatta mevcut, gayr-i resmi olarak halen faaliyet
gösteren Kürt Dini Medreselerinin Yasal Statü tanınarak Islah Ve
geliştirilmesine yönelik bir projeyi gündeme getirdik.
Örgün Eğitim Kurumları çerçevesinde, Ana Dilde Eğitime
ilişkin iki aşamalı kapsamlı projemizin özeti şu şekildedir:
“ I-İlkokul düzeyinden başlayarak Lise son sınıf düzeyine
kadar Kürtçe-Türkçe- İngilizce birlikte Eğitim yapılabilecek resmi ve özel
kolejlerin (Fen veya Sosyal bilimler ağırlıklı) açılması. Bu çerçevede
nizamnâme ve müfredatının belirlenmesi
II- Kürtçe-Türkçe ve İngilizce bir arada eğitim
yapılabilecek, METU/ODTÜ veya Boğaziçi Üniversitesi düzeyinde bir üniversitenin
kurulması.”
III-Kürt Dini Medreselerine ve yeniden
yapılandırılmalarına ilişkin olarak detaylı bir şekilde hazırlayıp önce makale,
sonra da kitap haline getirdiğimiz kapsamlı projenin de özeti aşağıdaki
gibidir:
“Zaten öteden beri Kürtçe ve Arapça eğitim yapan,
bölgede, Selçuklular dönemindeki Nizâmiye medreselerinin günümüze gelen son
bakiyeleri olan, halen mevcut 70'i aşkın Kürt Dini Medreselerine, Din Eğitimi
merkezli eğitim kurumları olarak Yasal Statü Tanınması.
Kürt Dini Medreselerinin, Bediüzzaman'ın 1913'teki
Medresetuzzehrâ projesinin günümüze getirilmiş/güncelleştirilmiş modeliyle,
Risâle-i Nur metodu üzerinden, bölgenin dînî/manevi dinamikleri de esas
alınarak, Yasal Statü ile birlikte yeniden yapılandırılması.
Kürt Dini Medreselerinin Medresetuzzehrâ projesinin
güncelleştirilmesiyle, entelektüel düzeyleri/manevi eğitimi yüksek din
âlimleri/allâme yetiştirmeye matuf, Dini ilimler merkezli (Luûm-i Diniye), Temel
Fen bilimleri (Fünûn-i Lâzime) ve Sosyal bilimler takviyeli, 5 dilin (Kürtçe,
Türkçe, Arapça, Farsça ve İngilizce) çok iyi derecede
öğretileceği/kullanılacağı, pilot medreseler üzerinden uygulama yapılarak
müfredat ve yapısının düzenlenmesi.
Medresetuzzehra projesinin güncelleştirilmiş şekliye yapılanacak olan Kürt Dini Medreselerinin zamanla, bölge dışında da, son dönemlere kadar hafızlık ve kıraat ilimlerinin önde olduğu medreseleriyle tanınmış olan Trabzon'un Of ve Çaykara, Rize'nin Güneysu ilçeleri pilot alınarak Doğu Karadeniz üzerinden ülkenin diğer bölgelerine kaydırılması/yaygınlaştırılması. Ve bu kurumların, 20. Yüzyıl başlarındaki Deobend gibi, tüm İslâm Dünyasına örnek teşkil edecek hale getirilmesi. Bu medreselerin Suriye, Mısır ve Irak’taki Din eğitimi veren okullar ve medreselerle koordinasyonunun oluşturulması.
9- Yine bu çerçevede, Kürt Meselesinde geliştirilecek
sürecin, siyasi ve uluslararası diplomatik imkanlar dahilinde, Türkiye
sınırlarını aşacak şekilde genişletilmesi Suriye Kürtlerini kapsaması. Baas
rejimi döneminde 1963’ten beri süregelen “Kimliksiz Kürtler” sorununun çözüme
kavuşturulması yönünde adımların atılması. Şam’daki Yeni yönetimin “Kimliksiz
Kürtler”e 1963’te ellerinden alınmış olan kimliklerini Kimlik haklarını iade
etmesinin sağlanması.
2011-2013’ten beri Rojava ve Haleb’i terk etmek zorunda
kalan, çoğu Türkiye’de ve Irak Bölgesel Kürt Yönetimi’nde, bir kısmı da
Avrupa’da bulunan Bir Milyonu aşkın bölge Kürtlerinin Haleb’e ve bölgeye geri
dönmelerine yönelik alt yapının, imkanların oluşturulması. Bu çerçevede
Türkiye’nin tüm bölge Kürtlerinin hâmisi hale gelmesi.
Suriye-Rojava’daki PYD/PKK alan hakimiyeti bugüne değin,
hem Kürtler arasında hem de Türkiye’de Kürt Meselesi ile ilgili gelişmelerde
ciddi sorunlara/rahatsızlılara yol açmış. Karşılıklı Şiddeti artırmış. Bölge
Kürtleri arasında mağduriyetlere, acılara sebebiyet vermiştir. Geçen dönemdeki
sürecin baltalanmasında/sekteye uğramasında Rojava’daki yapılanmanın önemli bir
rolü görülmüştür. Rojava’yı terk etmek zorunda kalan Bir Milyonu aşkın Kürdün
çok büyük bir bölümü PYD/YPG’nin Stalinist Örgütün ağır baskıları karşısında
bölgeyi terk edip, Türkiye, Irak Kürdistanı ve Avrupa’ya sığınmak zorunda
kalmışlardır. Bu bakımdan Türkiye, Erbil ve Şam yönetimi ile birlikte bu
bölgenin/Rojava’nın statüsü konusunda yeni bir çerçeve belirlemeli, Rojava
Kürtlerinin bölgeye geri dönebilmelerinin yolu açılmalı.
Tüm bunlar yapılırken, Suriye’de Kürtler, Araplar,
Türkmenler, Çerkesler; Müslim, Gayr-i Müslim vs. unsurlar arasında
arabuluculukla barış ve huzurun sağlanması Müslüman, Gayr-i Müslim ahâli
arasında/içinde yeni çatışma alanlarının oluşmasına asla fırsat verilmemesi.
Türkiye’nin Suriye’de, Halep ve Şam’da Arapça, Türkçe ve
Kürtçe birlikte eğitim verilebilecek kapsamlı birer üniversite açması. Bu üniversitelerin
açılması konusunda Türkiye Diyanet Vakfı öncülük edebilir.
10- Altıncı Maddede belirttiğimiz gibi bu ülke, Osmanlı devrinden beri, İki asrı aşkındır, karşılaştığı sorunları içerde çözme yeteneğini gittikçe kaybedip, sorunlarını, “Vatan Kaybetme” psikolojisi ve “Bekâ” endişesini merkeze alıp sürekli nihayetinde uluslararası mesele haline getirip, ecnebi/düvel-i muazzama müdahalesi ile aleyhinde çözdürten ve bu suretle sürekli küçülen/büzülen bir ülke olmaktan bir türlü Kurtulamamıştır. Kürt Meselesi konusunda da uluslararası müdahale, ecnebi müdahalesi gittikçe ağırlığını artırmaktadır.
İsrail’in Kürt Meselesine ilişkin faaliyetleri ve
müdahaleleri/dominasyonu gittikçe çok ciddi bir artış göstermektedir.
Kürt siyasi grupları ile İsrail arasındaki ilk ilişkiler,
merhum Molla Mustafa Barzanî’nin, Iraktaki Baas rejimine karşı, 60’lı yılların
sonunda kurduğu bazı ilişkilerle başladı. Bu ikili ilişki tümüyle Baas
rejiminin Nâsırcı-Seküler Arap milliyetçiliği sâikiyle Kürtlere uyguladığı
baskı-zulüm politikaları, askeri operasyonları ve uygulamalarına karşı
reaksiyon olarak gelişmişti. Molla Mustafa Barzanî’nın bu tutumu başta her ne
kadar, sırf tepkiselliğe dayanan pragmatik-politik bir ilişki ise de, zamanla
İsrail faktörünün Kürt sorunu içine iyice sızıp yer bulmasının yolunu açtı.
İsrail gizli servislerinin, şirketlerinin Irak Kürdistanı’nda ve Rojava’da
çeşitli alanlarda halen süregelen bazı faaliyetleri bilinmeyen bir husus
değildir.
Oysa ki, daha 1956 yılında, Molla Mustafa Barzânî’nin
yeğeni ve o dönemde Barzani aile reisi Şeyh İsmail Barzânî’nin (1913’te
İttihatçı idare tarafından idam edilen Şeyh Abdüsselâm Barzânî’nin oğlu),
Türkiye’ye, Cumhurbaşkanı Celâl Bayar ve Başbakan Adnan Menderes’e gönderdiği, yıllar
önce yayınladığım, Arapça ve Osmanlıca mektuplarında Filistin davası ve işgal
söz konusu edilir. Filistin’de işgalin sona erdirilip, "Siyonizm’in
Filistin Topraklarından Kovulması" ifadesiyle, Türkiye"den açıkça
talep edilmişti.
https://mufity.blogspot.com/2018/06/barzaniler-siyonizm-ve-filistin-seyh.html
Bir kısım, özellikle Diaspora’daki bazı ultra-seküler Kürt grupları, salt Kürt
halkını Müslümanlıktan koparmaya yönelik bir proje ile, Kürtlerle İsrailliler
arasında sıcak ilişki ve bağlar kurmaya yönelik çabaları yoğun bir şekilde
sürdürmektedir. Hususen, Kürtlerin yaşadığı bölgelerden, Kürdistan’dan İsrail’e
göç etmiş olan Museviler/Yahudiler bu ilişkinin bir köprüsü haline getirilerek
bu yönde adımlar atılmaya çalışıldı. Yanı sıra, son dönemde Gazze’de
katliamların sürdüğü sırada Diaporadaki bazı seülker Kürtler heyetler oluşturup
İsrail’e destek ziyaretlerinde dahi bulundular. Gerçi Azerbaycan bunun çok daha
ilerisine gidip İsrail’e petrol sevkiyatını sürdürdüğü gibi, savunma antlaşması
imzalayıp Gazze savaşı için Azeri savaşçılar/milisler dahi gönderdi. Buna
ilişkin, spekülasyonlar "Kürt Yahudisi, Kürt Yahudileri" gibi
adlandırmalarla; olay, Kürtler arasında, Hazarlar benzeri tarihte Museviliği
kabul etmiş topluluklar varmış gibi yansıtıldı. Yanı sıra, Kürtlerle Museviler
arasında mazlumiyet bağı, kader birliği eşleştirmeleri dahi kuruldu.
Yahudilerle Kürtlerin aynı mazlumiyet kaderini paylaştıkları, benzer ve paydaş
özelliklere sahip oldukları iddiasıyla aralarında ciddi soy bağları, akrabalık
olabileceği tezleri yüksek sesle dillendirildi. Bu yönde "Kürdistanlı
Yahudiler" , "Kürt-İsrail İlişkileri" başlıklı Türkçe kitaplar
bile yayımlandı.
Bir taraftan İsrail’in Kürdistan’dan göç etmiş Yahudileri
köprü olarak kullanıp bu yöndeki çabaları, diğer yandan Kürtler içerisindeki,
dine/Müslümanlığa karşı konumlanmış bir kısım intelijansiyanın, Nâsırcı-Baasçı
Arap Milliyetçiliğini, baskılarını Enfal ve Halepçe katliamlarını bahane
ederek, sırf İslam karşıtlığına dayalı
aynı yöndeki çaba ve propagandaları, bir kısım ulusalcılığa yakın çevrelerin;
Kürtleri dışlayan yine aynı yöndeki çabaları konuyu neredeyse içinden çıkılmaz
bir hale sokmaktadır.
Hele ki, Barzani ailesine ilişkin olarak, Barzan bölgesinde, İsrail’e göç öncesinde, Musevîlerin de yaşamış olması durumu kullanılarak, Yahudi kökenli bir aile olarak nitelendirilip, bu yönde suçlanması , Barzani ailesi içerisindeki bazı kimselerin, Şirvandan göç etmiş ve İmâdiye Kürt beyleri ile akraba bir aile olmasına rağmen -sadece İsrail ile olan Baas karşıtlığına dayalı siyasi ilişkileri ile- bu iddiayı açık bir dille reddetmemeleri, bunun ötesinde Baki Barzani’nin "Kurdish-Israil Affinity" başlıklı makaleleri olayı çok daha vahim bir noktaya getirmiştir. Ancak son dönemlerde Mesut ve Niçirvan Barzani yönetimi bu konuda daha dikkatli ve mesafeli bir siyaset takip etmektedir.
Elbette ki, anti-semitizmden yana değiliz. Tarihte
Müslümanlar olarak Musevilere yönelik, onların da hak ve hukukunu koruyan
tavrımız / tarihimiz ortadadır. Bir zamanlar Bağdat, Şam, Kahire ve Endülüs
saraylarında Musevi vezir ve hekimlerden geçilmezdi. 1492’ de, İber Yarımadası
(İspanya ve Portekiz)"nda zulme/engizisyona maruz kalan Yahudilere/Sefaradlara
Müslümanların yardım eli uzattığını, Dona Gracia ve Yassef Nasi"nin adını tekrarlamaya gerek
duymuyoruz. Ancak, İsrail"in 50’li yıllarda Kürdistan’dan göç eden Yahudileri/Musevileri
köprü yaparak, coğrafyamızda Müslüman ahali mabeyninde münaferet/husumet, kavga
ve tehlikeli çatışmalara ve soykırıma varacak kıtallere sebebiyet verecek
politikalarını da görmezden gelemeyiz. Bunu hoş görmemiz söz konusu olamaz.
İsrail’in Kürtleri İslam dünyası içerisinde; İslamiyet’ten koparıp Kürt olmayan
Müslümanlara/ahaliye karşı çatışma unsuru, savaşçı müttefik haline getirme
çabaları; İsrail’e yarar sağlamayacağı açık. Kürt halkının, kitlelerinin de
bunu onaylaması mevzubahis olamaz.
Son dönemlerde İsrail, daha doğrusu radikal
Likud-Netanyahu iktidarı Rojava ve Avrupa’daki bir kısım Kürt Diasporası
üzerinden Kürt siyasetinde faaliyetlerini, etkisini ve müdahalelerini
artırmaktadır. Özellikle son on-on beş günde Şam-Baas yönetiminin devrilmesi,
HTŞ’nin İdlip, Halep ve Şam’da alan hakimiyeti sağlaması akabinde
İsrail-Netanyahu yönetimi tüm Suriye’de olduğu gibi, bu konuda da müdahale ve
etkisini/dominasyonunu artırmakta, İsral/Netanyahu hükümet yetkilileri Kürt ve
Dürzi Meselesine müdahalelerini açıkça dillendirmektedirler. Hatta bu yönde son
günlerde haritalar da yayınlamaktadırlar. Bu çerçevede İsrail/Netanyahu
Hükümeti , sözde “Kürtleri ve Dürzileri Özgürleştirme”
sloganını kullanarak, kendi coğrafyasında kaosa ve Eski Yugoslavya’dakinden
daha katmerli çok kanlı ahali savaşlarının oluşmasına yol açacak çatışma/savaş
gücü olarak kullanmayı amaçlamaktadır.
Bu çerçevede Kürt Meselesi konusunda, oluk oluk kan
akmasından başka bir sonuca yol açmayacak olan, İsrail/Likud faktörünün/müdahalesinin
nötralize/bertaraf edilmesine yönelik çabalar sarf edilmelidir. İsrail/Likud’un
eline koz ve bahane verecek söylem ve politikalardan da zinhar kaçınılmalıdır.
İsrail, gerçekten bölgede barış ve güvenlik içinde olmayı arzu ediyorsa kesinlikle Kürdistan’dan elini çekmelidir.
11- Kürt Siyasi hareketleri ve Meselesinde Diaspora
önemli bir yer tutmaktadır. Türkiye’nin 1925’ten sonra Kürt Meselesinde Radikal
Milliyetçi/baskıcı tutum sergilemesi, Şeyh Said Hadisesi Zilan Dersi Hadisesi
ve diğer olaylar/katliâmlar bir kısım Türkiye’deki Kürt ileri gelenlerinin
başka ülkelere sığınmalarına yol açmıştır. 1925’teki Şeyh Said Hadisesi ve
Takrir-i Sükun uygulamaları yoğun bir göçe sebebiyet vermiş. Ardından 1926’daki
Şapka İnkılâbı da Suriye’ye ciddi bir Kürt göçüne yol açmıştır. 1929-30 Zilan
Deresi Hadisesi de yine Suriye ve başka ülkelere Kürtlerin Dini ve siyasi bir
kısım ileri gelenlerinin göç etmesine yol açmıştır.
1960 Askeri Darbesi , 12 Mart 1971 Muhtırası ve 12 Eylül
1980 Askeri darbeleri Kürt Siyasi hareketlerinin/oluşumlarının önemli ölçüde
takibata uğramasına yol açmış, hapishaneler dolmuş, faili meçhuller bir hayli
artmış birçok kimse yurt dışına çıkmak zorunda kalmıştır. Özellikle 70’li
yıllardan itibaren İsveç başta olmak üzere, Avrupa’da ciddi bir Kürt Diasporası
oluşmuştur. Bunların büyük bölümü fikirlerini ifade etme ve yayınlarından
dolayı soluğu yurt dışında almıştır. Bu çerçevede meydan PKK/Stalinist Örgütün
şiddet eylemlerine kalmış bu da, bölgeyi/Kürtleri on yıllardır adeta
kriminalize etmiştir.
Bu çerçevede, Avrupa vs. yerlerdeki Kürt Diasporasına yönelik (Şiddet/ölüm içeren silahlı eylemlerde direk yer almış olanlar hariç) kapsamlı bir Genel Af (Aff-ı Umumi) çıkarılmalı bunların ülkeye dönüşlerinin yolu açılmalıdır. Bu konuda, 1906’da Sadrazam Avlonyalı/Vloreli M. Ferid Paşa’nın tasarrufu ile haksız yere sürülmüş olan Eski Cizre Beyleri/Mirleri olan Bedirhaniler ailesi ile başlanabilir. Bu aile mensuplarının 1906’dan beri cari olan yurda giriş yasakları kaldırılmalı, aile mensuplarının Kırşehir ve Yozgat mutasarrıflıkları döneminden kalan bu illerdeki arazi ve mülklerinin , imkan dahilinde olanlarının, iade edilmesi olumlu sonuçlara yol açacaktır. Ayrıca, başta Paris Kürt Enstitüsü Başkanı Silvanlı Kendal Nezan (Mehmet Salim Gemici) ve İsveç’te yaşayan Eski Kulp Müftüsü Mehmed Emin Bozarslan ve İsmet Şerif Vanlı’nın ailesi olmak üzere Diaspora’dakilerin yurda dönüşü sağlanmalıdır. Nitekim, Kemal Burkay 2011’de uzun süre sürgünde yaşadığı İsveç’ten ülkeye dönmüş ve bu hiçbir sorun teşkil etmemiştir.
Bedirhanileri topluca sürgüne gönderen Sadrazam Avlonyalı Merhum Mehmed Ferid Paşa
Sadrazam Avlonyalı Merhum Mehmed Ferid Paşa'nın Anravutluk-Avlonya (Vlore) 'daki kabri
12- Türkiye genelinde de, uzun zamandır cezaevinde olanları da kapsayacak şekilde kapsamlı bir Genel Af çıkarılması.
13- Şeyh Said ve arkadaşlarının; Seyyid Rıza ve arkadaşlarının ve Bediüzzaman Said-i Nusi-Kürdî’nin Cenazelerinin/naaşlarının ailelerine iâdesinin sağlanması. Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının, Mahir Çayan ve arkadaşlarının, İskilipli Merhum Atıf Hoca’nın cenazeleri ailelerine iâde edilmişken yukarıda belirttiğim kimselerin Cenazelerinin/naaşlarının ailelerine iâde edilmemesi ciddi bir haksızlık/adaletsizlik olur.
14- Çözüm Sürecinde başta Adalet ve Uluslararası Hukuk,
Tüm Temel İnsan/Kimlik Hakları (Ana Dil vs.) ve hürriyetleri, Eşit Yurttaş
ilkeleri, anayasal teminat ile, esas alınmalıdır. Rum Suresi 22. Ayet-i
Kerimesinde, Medine Vesikasında ve Vedâ Hutbesinde işaret edildiği gibi İslâm'ın
âmir hükmü de budur.
Çok önemli ve değerli
YanıtlaSil