Tasavvuf Ve Tarikatlar
Hz. Resul-i Ekrem (S.A.V) zamanında Medine-i Münevvere'de
Mescid-i Nebevi'de, günümüzde, Hz. Resul-i Ekrem'in (S.A.V) türbe-i
Şerifelerinin kuzey tarafına gelen kısmında direk Nebevî terbiye ve tahsil-i
feyz-i Nebevi ile meşgul ashâbın kimsesiz ve fukarasına mahsus sofa
bulunmaktaydı ve bundan dolayı bunlara “Ashâb-ı Suffa” denmiştir. Bu kutlu ve
nurlu mekân Hz. Ömer devrine kadar hayatiyetini sürdürmüş, bu devirde ise artık
çok genişlemiş olan İslam memleketinde ihtiyaç hâsıl olmadığı kanaatine
varıldığından devam ettirilmemiştir. Ancak, sonraki asırlarda bu mekan İslâm
âleminde iki önemli temel müessesenin teşekkülüne, esas teşkil etmiştir.
Medreseler ve Tekkeler. Bu her iki müesese de, esasını ve kaynağını Ashâb-ı Suffa'ya
dayandırmıştır.
İslâm tarihinde, Ashâb-ı Suffa'nın ardından, Hasan-ı
Basri, Habib El-Acemî, Davud et-Tâî, Süleyman Ed-Darânî,Hz. İmam Cafer
Es-Sâdık, Hz. İmam Ali Er-Rıza, Ma'ruf-i Kerhî, Ebu Haşim Es-Sufî, Zünnûn-i
Mısrî, İbrahim bin Edhem, Şakîk El-Belhî, Fudayl bin İyâz, Bayezid-i Bistâmî,
Bişr bin El-Hâris El-Hâfî, Sehl bin Abdullah Et-Tüsterî, Ahmed bin
Ebî'l-Havârî, Ruveym bin Ahmed, Seriyi Es-Sakatî, Cüneyd El-Bağdâdî gibi öncü
mutasavvıflar çıkmıştır.
Menâkıb kitaplarına göre, ilk tekke/hankâh, Sûfî
adını/lakabını ilk taşıyan Ebu Hâşim Sûfî adına tesis olunmuştur. Süfyan-ı
Sevri ile çağdaştır. Süfyan-ı Sevri (Vefatı: Basra, 161/777-78) bu zât
hakkında:
“Ebu Hâşim Es-sûfî olmasaydı, riyânın inceliklerini
bilemezdim. Ebu Hâşim Es-Sufî'yi görünceye değin, Sufî'nin anlamını
öğrenemedim” der.
Ebu Hâşim Es-Sûfî için Şam civarında Remle'de ilk
hankâh'ın bina edilmesi Nefehatu'l-Üns kitabında şu şekilde anlatılır:
و همچنين اول خانقاهی که برای صوفیان بنا کردند
آن است که به رملۀ شام کردند، و سبب آن بود که روزی
اميری ترسا به شکار رفته بود، در راه دو تن
را دید از این طایفه که فراهم رسیدند دست در آغوش یکدیگر
کردند و هم آنجا بنشستند و آنچه داشتند از
خوردنی پیش نهادند و بخوردند. آنگاه برفتند. امير ترسا را معامله و
گفت: «. ندانم » : گفت «؟ آن که بود » : الفت
ایشان با یکدیگر خوش آمد. یکی از ایشان را بخواند و پرسید که
پس این الفت چه » : آن امير گفت «. ندانم
» : گفت «؟ از کجا بود » : گفت «. هیچ چیز » : گفت «؟ ترا چه بود
»
شما را جایی هست که » : گفت « که این ما را
طریقت است » : درویش گفت «؟ بود که شما را با یکدیگر بود
پس آن «. من برای شما جایی بسازم تا با یکدیگر
آنجا فراهم آیید » : گفت «. نی » : گفت « آنجا فراهم آیید
خانقاه به رمله بساخت.
“Bu suretle, Sufiler için bina edilen ilk hankâh, onun
adına Şam-Remle'de bina edilen hankâhtır. Sebebi şu ki, Bir gün bir emîr ava
çıkar. Yolda bu tâifeden elleri bir birine kenetli iki kişi görür. Bu iki kişi
o yerde oturmuş, ellerindeki yiyecekleri ortaya koyup yiyiyorlar. Sonra da
ayrılıp farklı yönlere gidiyorlar. Bunların birbirlerine bu ülfet ve muamelesi
emirin hoşuna gider. Bunlardan birini çağırtıp sorar: (diğerini kasden) O
kimdi? Diye sorar. “Bilmem” diye cevap verir. “Senin neyin olur? Diye sorar.
“Hiçbir şeyim” cevabını alır. “Nereliydi” diye sorduğunda, “Bilmem” cevabını
alır. Bunun üzerine emir “ Peki, birbirinize olan bu ülfetinizin sebebi neydi?
“ der. O da “Bu bizim tarikatımızdır, yolumuzdur. Onun icabıdır“ cevâbını
verir. Emir de “Bir araya toplanacak bir mekanınız var mı? Diye sorar. O da
“Hayır” cevabını verince, emir” Size bir yer yaptırayım ki, bir araya gelip
orada toplanabilesiniz!” der. Ardından, Remle'de o hankâhı yaptırır.” (Mevlâna
Abdurrahman Câmi, Nefehatu'l-Üns Min Hazarâti'l-Kuds, Farsça Metin Shf.34)
İslâm tarihinde tarikatlar, tekke ve zâviyeler, hankâh ve
dergâhlar, medresenin yanı sıra temel bir müessese olarak irfan ve tasavvufi
hayatın mekanları ve müesseseleri olarak hayatiyetini sürdürmüştür. İslâm
toplum hayatında merkezi fonksiyon icra etmişlerdir.
Tasavvufun /Turuk-ı sufiyenin, İslam tarihi içindeki safhalarında,
tâbiîn devrinden başlayarak, bu yolda dönüm noktası niteliğinde tecdid hareketi
oluşturan birçok büyük mutasavvıf çıkmıştır. Tasavvufi meşreb ve ekollerinin,
tarikatların ortaya çıkışı ve şekillenmesi, bu yolun zincirinde önemli halkalar
oluşturan kurucu-müceddid şahsiyetlerin eliyle olmuştur. Bu durum özellikle,
Vefâiyye, Sühreverdiyye, Hâcegâniyye- Nakşibendiyye, Kâdiriyye, Yeseviyye gibi
tasavvuf/mâneviyat aleminin ana tarikatlarında bariz bir şekilde müşahade
olunmaktadır. Sühreverdiyye tarikatı, Adâbu'l-Murîdîn sahibi ve müessisi Ebu
Necîb Ziyâeddin Es-Sühreverdî ve Avârifu'l-Maârif sahibi Ömer Şihabuddin
Es-Sühreverdî'den başlayarak bir çok tasavvuf kolunun, Kübreviyye, Mevleviyye,
Zeyniyye, Halvetiyye, Celvetiyye gibi tarikatların ser çeşmesi olmuştur.
Halvetiyye'nin ise bir çok kol ve şubeleri teşekkül etmiştir.
Hâcegâniyye-Nakşibendiyye ise, üç koldan gelen silsilesi ve şubeleri/dönemleri
ile ana damar oluşturacak, çok büyük bir tasavvuf yolunu teşkil etmişlerdir.
Hâcegâniyye-Nakşibendiyye'nin devreleri/kolları şu şekilde sıralanabilir:
Tayfuriyye, Hâcegâniyye, Nakşibendiyye, Ahrâriyye, Kâsâniyye-i Ahrâriyye,
Müceddidiyye, Mazhariyye ve Hâlidiyye. Hâcegâniyye'den aynı zamanda Yeseviyye
tarikatı doğmuştur.
Bu anlamda, tarihimiz boyunca bu tarikatların,
nurlu/kutlu yolların, mekanları olan Sufî tarikatlarının müessesesi haline
gelen Tekke/Zaviye ve hankah/dergâhlar toplumun, fertlerin manevi ve ahlak
terbiyesinde, manevi kemalat ve olgunlaşmada esası teşkil etmişlerdir.
Özellikle Fütüvvet ve uhuvvetin tesisi, bu yönde Fütüvvet/Ahi teşkilatlarının
kuruluşu ve yayılışı da yine bu müesseseler aracılığıyla olmuştur.
Maveraunnehr, Türkistan, Hindistan, Mezopotamya, Kürdistan, Anadolu, Rumeli ve
Kuzey Afrika'da İslâmın yayılışı daha çok bu müesseseler aracılığıyla olmuştur.
Özellikle Sufiliğin ve tarikatların gerek Anadolu'nun, gerekse Rumeli'nin
İslamlaşmasındaki temel rolü bilinmektedir. Hoca Ahmed Yesevî aracılığıyla
Yeseviliğin Maveraunnehir Müslümanlığındaki rolü, Anadoluya etkisi, Horasan erenlerinin
Anadolu'daki tesiri üzerine çokça şeyler yazılıp, neşredilmiştir. Abdülkâdir
Geylânî, Seyyid Ahmed Er-Rifâî, Mevlâna Celâleddîn-i Rumi, Hacı Bektâş-ı Velî,
Hâce Bahauddin Nakşibend, Hacı Bayram-ı Velî, Zeyneddîn-i Hâfî, Abdüllatîf
El-Kudsî ve daha nice eren ve mutasavvıflar, Ahi Evren ve Ahi Hüsameddin başta
olmak üzere fütüvvet teşkilatının temsilcileri olan Ahîler coğrafyamızda İslam
medeniyet ve irfânının köşe taşları olmuşlardır. Gerek Anadolu Selçuklu
devletinde, gerekse Osmanlı devletinin kuruluşunda mutasavvıf ve tarikatlarla
bunların zaviyelerinin rolü ve fonksiyonu tüm kroniklerde yer almaktadır.
Tarikatlar ve bunların müesseseleri olan
Tekkeler/Zaviyeler, birçok alanda gelişme göstermiş, Manevi seyr u süluk,
Ma'rifetullah, Fütüvvet ve uhuvvetin yanı sıra, Kültür, sanat ve edebiyat
sahasında da büyük ürünlere kaynak teşkil etmişlerdir. Bir çok ünlü şâir ve
edebiyatçı da bu tekkelerden yetişmiş kimseler olup, bir çok önemli eserler
buralardan neşet etmiştir. Endülüs ve Mağrip'ten Mısır'a, Bilâd-ı Şam'dan,
Kürdistan, Horasan ve Türkistan/Orta Asya'ya kadar bu şekilde câri olmuştur.
Arapça ve Farsça başta olmak üzere çeşitli lisanlarda,
asırların birikimi ile oluşan bu literatür, İslâm Dünyasının kütüphanelerini
süslemektedir.
Tasavvuf'a ilişkin literatür, daha Hasan-ı Basri
Hazretlerinden (Vefatı: 110/728-29) başlamaktadır. Çocukluğumuzda bizlere
öğretilen 54 Farz, Hasan-ı Basri'nin bu konuda, günümüze gelebilen üç eserinden birisidir.(Hasan El-Basrî'nin 54 Farz Risâlesinin Arapça Metni İçin Bakınız:
Taksim A. Kitaplığı, OE_Yz_0670/2) Diğer eseri ise Mekke-i Mükerreme'de
Mücavir/Sâkin olmanın faziletleri ile alakalıdır. (Fezâilu Mekkete Ve's-Seken
Fiha; Mektebetu Felâh, Kuveyt). Ayrıca son dönemlerde bulunan Tefsiri ise iki cilt halinde basılmıştır.
Ebu Abdillah Hâris bin Esed El-Muhâsibî'nin
(Vefatı:243/857-58) “Er-Riâye Lihukûkillâh” adlı ünlü eseri bu hususta temel
kaynaklardandır.(Ebu Abdillâh Hâris bin Esed El-Muhâsibî, Er-Ri'âye
Lihukûkillâh, Tahkkîk: Abdülkâdir Ahmed Atâ, 4. Baskı Beyrut). Yine Ebu
Abdillah Hakîm Et-Tirmizî'nin (Vefatı: 285/898-99) “Nevâdiru'l-Usûl” adlı ünlü
eseri bu yolun Sünnet/Hadis'teki kaynaklarını nakledip açıklayan bir eser
olarak, konusunda hala temel başvuru kaynağıdır. (Ebu Abdillah Hakîm
Et-Tirmizî, Nevâdiru'l-Usûl Fi Ma'rifeti Ehâdisi'r-Resûl, Tahkîk: Tevfik Mahmud
Tekle, Dâru'n-Nûr, 2010, Beyrut)
Ebubekir Muhammed bin İshak El-Kelâbâzî (Gülâbadî)'nin
(Vefatı:380/990-91) Et-Taarruf Li Mezhebi Ehli't-Tasavvuf adlı eseri Tasavvufun
Kur'ân'a ve Sünnet'e dayalı temel prensiplerini, ilk mutasavvıfların kelam
dahil, çeşitli hususlardaki görüş ve sözlerini havi en önemli başvuru
kaynaklarındandır. (Ebubekir Muhammed bin İshak El-Kelâbâzî, Et-Taarruf Li
Mezhebi Ehli't-Tasavvuf, Tahkîk: Ahmed Şemseddîn, Dâru'l-Kutubi'l-İlmiyye,
Beyrut, 1993)
Ebu Nasr Es-Serrâc Et-Tusî'nin (Vefatı:378/988-89) El-Luma'
adlı eseri, Tasavvufun temel ilkeleri, usulü ve Sufilerin akaidle ilgili
görüşlerini mufassal bir surette aktaran çok mühim kaynaklardandır. Bu eser
Tasavvuf erbâbının Ehl-i Sünnet akidesine bağlılıklarını ortaya koyması
açısından da kıymet arz etmektedir. (Ebu Nasr Es-Serrâc Et-Tusî, El-Luma',
Tahkîk: Dr. Abdulhalîm Mahmud-Taha Abdulbâkî Surûr, Dâru'l-Kutubi'l-Hadîse,
Mısır, 1960) .Ebu'l-Kasım Abdulkerîm bin Havâzin El-Kuşeyrî'nin
(Vefatı:465/1072-73) ünlü Risâlesi ise, ilk devir Sufilerin hayatlarını ve
sözlerini de havi olması ve Tasavvufla ilgili bazı inceliklere yer vermesi
dolayısıyla önem arz etmektedir.
Alî bin Osman El-Cullâbî El-Hucvîrî El-Gaznevî'nin
(Vefatı: 492/1098-1099) Keşfu'l-Mahcub adlı Farsça eseri, Tasavvuf konusunda
Arapça olmayan ilk kapsamlı eserlerdendir. Eser Tasavvufun usul ve kâideleri,
mutasavvıfların hayat ve sözlerinin yanı sıra,Tasavvuf'taki mertebeleri ve
nefis terbiyesinde seyr u süluku teafsilatlı olarak izah etmesi cihetiyle büyük
kıymeti hâizdir. Hint alt kıtasında “Data Genc Bahş” adıyla nam salmış olan
Hucvîrî'nin türbesi Pakistan-Lahor'da olup, Hint Alt kıtasında İslâm'ın
yayılmasında çok temel bir rol oynamıştır. (Alî bin Osman El-Cullâbî El-Hucvîrî
El-Gaznevî, Keşfu'l-Mahcûb, Arapça'ya Tercüme Ve ta'lik: Abdulhâdî Kandil,
Kahire 1974)
Ebu Abdurrahman Es-Sulemî'nin (Vefatı: 412/1021)
“Hakâiku't-Tefâsir” adlı İşârî tefsiri, Kitabu'l-Futuvve Ve
Tabâkatu's-Sufiyyesi başta olmak üzere çok sayıdaki eseri Tasavvuf
literatürünün zengin kaynaklarıdır. (Bkz. Prof. Dr. Süleyman Ateş, Sülemî Ve
Tasavvufi Tefsiri-Doktora Tezi, Sönmez Neşriyat,İstanbul; Sülemi,
Kitabu'l-Futuvve, Tahkik ve Tercüme, Süleyman Ateş, Ankara İlahiyat Fak.
Yayınları, 1976)
Şeyh Seyyid Abdulkâdir El-Cilânî ( Vefatı: 561/1166) ve
Seyyid Ahmed Er-Rifâî'nin eserleri ise herkesin bildiği eserlerdir. (Bu
eserlerin başında El-Burhanu’l-Mueyyed ve Hâletu Ehli’l-Hakîkati Ma’allah adlı
eserleri gelmektedir.) Abdulkâdir El-Cilâni'nin Ğunyetu't-Tâlibîn,
El-Fethu'r-Rabbânî, Cilâu'l-Hâtır adlı eserleri başta olmak üzere telif ettiği
eserler başucu eserleridir.
Şeyh Muhyiddîn El-Arabi El-Endulusi Et-Tâî Hazretleri ise
“El-Futuhât El-Mekkiyye “ ve “Fusûsu'l-Hikem” adlı eserleri başta olmak üzere,
Tasavvuf'ta “Vahdetu'l-Vucûd” olarak isimlendirilen ana akımlardan başlıca
birinin ser çeşmesi olmuştur.
İslâm âleminde, itikâdi ve fıkhi mezheplerde, fırkalarda
olduğu gibi, hem İslâm dünyasının genişlemesi, müesseseleşmenin gelişmesi ile
zamanla, Tasavvuf akımı da müesseseleşmiş, tarikatlar şeklinde şubelere
ayrılmıştır. Bu çerçevede tarikat silsileleri oluşmuştur. Tüm bu tarikat
silsileleri adlarını aldığı Abdülkâdir Geylanî, Ebu'n-Necib Es-Sühreverdi,
Seyyid Ahmed Er-Rifâî, Seyyid Ahmed Bedevi gibi büyük şeyhlerden Sahabe-i Kiram
ve Ehl-i Beyt'e dayanan silsile aracılığıyla Hz. Resul-i Ekrem'e ulaşmaktadır.
Tarikatların ekserisinin silsileleri Hz. Ali (K.V) 'ye ulaşmakta, bazıları ise
Hz. Ebubekir'e (r.a) ve hatta Hz. Ömer'e (r.a) ulaşmaktadır. Tâcu'l-Arifîn Şeyh
Ebu'l-Vefâ El-Bağdâdî'nin tarikat silsilesi şeyhinin şeyhi Şeyh Ebubekir
Hewara'dan yukarı giden silsile ile Hz. Ebubekir'e dayanmaktaydı. (İbn Serrac
Kemaleddin Abdurrahman Ed-Dimeşki, Tuffâhu’l-Ervâh Ve Miftahu’l-İrbâh,
Princeton Univ. Library, Garret:79; Menakibu Şeyh Ebi’l-Vefâ, Paris Bibliothec
Nationale) Aynı Şekilde Hâceganiyye ve oradan neşet eden Nakşibendiyyenin de,
üç silsilesinden biri Hz. İmam Ca'fer Es-Sâddık, Kâsım b. Muhammed ve Selman-ı
Farsî yolu ile Hz. Ebubekir'e (r.a) vâsıl olmaktadır. Nakşibendiyye'nin diğer
iki silsilesi ise yine Hz. Ali'ye (K.V) ulaşmaktadır. Adiy bin Musafir'n
kurucusu olduğu Adeviyye tarikatının (Sonradan İslam'dan ayrılarak “Yezidilik”
diye ayrı bir dine dönüşmüştür) silsilesi ise Ebu Müslim Havlani, Süleyman
Ed-Darani vasıtası ile Hz. Ömer'e (r.a) ulaşmaktadır. Kâdiriyye ve Sühreverdiyye
gibi çok şubeleri bulunan tarikatların silsileleri ise yine Hz. Ali'ye (K.V)
ulaşmaktadır.
Bu bakımdan, tasavvuf ekolleri , tarikatlar açısından Hz.
Ali'nin (K.V)/Ehl-i Beyt'in temel teşkil eden mevkileri de önemli bir husustur.
Tarikat silsilelerinin, birkaçı hariç, silsile olarak Hz. Ali (K.V) ve Hz. İmam
Cafer Es-Sâdık, İmam Musa El-Kâzım ve İmam Ali Er-Rızâ gibi Ehl-i Beyt
İmamlarına dayanması, Tasavvuf ve maneviyat aleminin ser çeşmeleri olmalarını
getirmiştir.
İslâm tarihinin ilk yüzyıllarında ortaya çıkan, yetişen
mutasavvıflar, Sufiler daha ziyade Emeviler ve Abbasiler devrinin siyasi
çalkantıları ve ağır baskıları karşısında, Ashab-ı Suffe'yi örnek ittihaz
ederek uzlete çekilip, kendini zühd , takva, ibadet ve mârifetullah hayatına
hasreden şahsiyet ve gruplardan neş'et etmiştir. Bu cihetten, Ehl-i beyt'e
yakın durup onların terbiyesi ile yetişmişlerdir. Dahası, Ehl-i Beyt'in
büyükleri ile kader birliği etmişlerdir. Bu durum da Ehl-i Beyt –i Resul
yolunun aslında kesinlikle müfrit Rafızilik ve Batınîlik olmadığını gösteren en
önemli nişanelerdir. Daha önce isimlerini zikrettiğim Tasavvufun ve
tarikatların temel kaynaklarına bakıldığında daha bariz bir surette
görülecektir. ( Bu konuda yine bkz. Abdurrahman bin Ali bin El-Cevzî, Menâkibu Mâfuf
El-Kerhî Ve Ahbâruhu, Tahkik: Dr. Abdullah El-Cebbûrî, Dâru'l-Kitâbi'l-Arabî,
Beyrut, 1985;Hâce Muhammed Parsâ, Faslu'l-Hitâb, Farsça Yazma, Kütübhâne-i
Meclis-i Milli-yi İran, No: 3238)
Ehl-i Beyt'in Tasavvuf ve Tarikatlardaki, Manevi
terbiyedeki temel konumuna ilişkin Bediüzzaman Said En-Nursî Hazretleri,
Mektubât'da şunları ifade eder:
“Eğer desen: “Hilâfet-i İslâmiye noktasında İmam-ı
Ali'nin fevkalâde iktidarı, harikulâde zekâsı ve yüksek liyakatiyle beraber,
seleflerine nisbeten muvaffakiyetsizliği nedendir?”
Elcevap: O mübarek zat, siyaset ve saltanattan ziyade,
daha çok mühim başka vazifelere lâyıktı. Eğer tam muvaffakiyet-i siyasiye ve
tamam saltanat olsaydı, Şâh-ı Velâyet ünvan-ı mânidârını bihakkın
kazanamayacaktı. Halbuki, zâhirî ve siyasî hilâfetin pek çok fevkinde mânevî
bir saltanat kazandı ve üstad-ı küll hükmüne geçti, hattâ kıyamete kadar
saltanat-ı mânevîsi bâki kaldı. (Bediüzzaman, Mektubât, On Beşinci Mektup, Shf.
57)
Bunun yanı sıra, Herât'ta Sultan Hüseyin Baykara devrinin
ulemasından ve Nakşibendi tarikatından Hüseyin Vâiz El-Kaşifî (Vefatı: Herât,
910/1504) , Ehl-i Beyt'in maruz kaldığı zulümleri ve Kerbelâ faciasının konu
edinen “Ravzatu'ş-Şühedâ” adlı Farsça eserini telif eder. Eser kısa zamanda
şöhret bulup yaygınlaşır, Muharrem ayı geldiğide Dergah ve zaviyelerde
okunur.Bu kitap, ünlü şâir Fuzûlî tarafından “Hadîkatu's-Suadâ” adı ile
Türkçeye çevrilir.960/1552-53 yılında Osmanlı'nın Mısır'daki ağalarından
Câmi-yi Mısrî yine bu eseri, “Saâdetnâme” adı ile Türkçeye çevirir. Eserin
Türkçe iki tercümesi olan Fuzûlî'nin “Hadîkatu's-Suadâ” sı ve Câmi-yi Mısrî'nin
“Saâdetnâmesi” Osmanlı coğrafyasındaki dergâh-tekke ve zâviyelerde Muharem ayı
geldiğinde Kerbelâ Şehidlerinin hatırasına, âdet olarak okunan baş eserler
haline gelmiştir. Hüseyin Vâiz El-Kâşifî aynı zamanda “Mevâhib” adlı Tefsiri
İsmail Ferruh efendi tarafından “Mevâkib” adı ile Türkçeye çevirilmiş ve
asırlarca Osmanlı toplumunun el kitabı haline gelmiştir. Hüseyin Vâiz
El-Kâşifî'nin oğlu Mevlâna Sâfi Fahruddin Ali ise, Nakşibendi tarikatının temel
klasik eserlerinden “Reşahâtu Ayni'l-Hayât” adlı eserin müellifidir. (Reşahâtu
Ayni'l-Hayât, Yazma, İstinsah Tarihi:938/1532, Şefik Can Yazmaları, No: 61)
Tarikatlar-Tekkeler/Zaviyeler, zaman içerisinde birçok
alanda gelişme göstermiş, Manevi seyr u süluk, Ma'rifetullah, Fütüvvet ve
uhuvvetin yanı sıra, Kültür, sanat ve edebiyat sahasında da büyük ürünlere
kaynak teşkil etmişlerdir. Bir çok ünlü şâir ve edebiyatçı da bu tekkelerden
yetişmiş kimseler olup, bir çok önemli eserler buralardan neşet etmiştir.
Elbetteki, her insani müesese gibi, zamanla
farklılaşmalar, sapmalar, aşırılıklar, bozulmalar ve istismarlar da
görülmüştür. Hatta siyasi yönelimlerle ayaklanmalar, savaşlar çıkaranlar da
görülmüştür.
Şeyh Abdülkâdir-i Geylâni'nin muâsırı ve Hanbeli
mezhebine bağlı olan Şeyh Adiy bin Musafir'in çok yaygın olan Adeviyye
tarikatı, Miladi 1300'lü yıllardan başlayarak Batıniliğe yönelerek, zamanla
Yezidilik adı verilen İslam'dan ayrılan farklı bir dine dönüşmüştür.
Tâcu'l-Arifîn Şeyh Ebu'l-Vefa El-Bağdâdî'den gelen
Vefâiyye tarikatından Baba İlyas-ı Horasani'ye bağlı Baba İshak-ı Şâmi
öcülüğündeki Babailer ayaklanması Anadolu Selçukluları dönemindeki en önemli
ayaklanmadır. ( Prof. Dr. Mertol Tulum, Tarihi Metin Çalışmalarında Usul,
El-Menâkibu'l-Kudsiyye Üzerinde Bir Deneme, Deniz Kitabevi, İstanbul, 2000)
Örnek olarak, Erdebil Tekkesinin, safevî ailesinin
zamanla siyasallaşarak, Şeyhlikten Şahlığa, tarikattan devlete dönüşmesi, Şah
İsmail Safevi ile birlikte İran ve Horasan'da Safevî Devleti'nin yükselişi gibi
hususlar da, Tasavvuf-Tarikat tarihi içerisinde yer almıştır.
Safevî ailesi, Sühreverdiyye-i Ebheriyye tarikatının
şeyhlerinden Kürt asıllı Şeyh İbrahim Zahid Gîlânî'nin halifelerinden Şeyh
Safiyuddin Ebu'l-Feth İshak El-Erdebîli (Vefatı:735/1334) tarafından
kurulmuştur. Şeyh Safiyuddin ve Safevilerle ilgili en eski kaynak olan
Safvetu's-Safâ'ya göre, Şeyh Safiyuddin'in ailesi aslen Horasan-Mazenderan
vilâyeti hududunda yer alan Sencan kasabasından olup , 8. Babası Perviz/Firuz
El-Kürdî Es-Sencânî, memleketinden Erdebil'e gelip yerleşen ilk kimsedir. (İbn
Bezzaz, Tevekkülî b. İsmail, Safvetu's-Safâ, Yazma, 896/1491: 6b, Süleymaniye
(Ayasofya) Kütüp. No: 3099). Safiyuddin'in ismine nisbeten, bu aileye ve bu
sülaleden gelen hanedana Safevîler adı verilmiştir. Ailede şeyhlik babadan
oğula geçmiş, Şeyh Safiyuddinden sonra yerine oğlu Şeyh Sadreddin Musa şeyh
olmuş, onun ardından ise Hâce Alaeddin Ali, onun vefatıyla da Şeyh İbrahim
Erdebilî posta geçmiş, bu babadan oğula geçiş döneminde aile, siyasal ve
toplumsal güç kazanarak zamanla güçlü bir hanedan haline gelmiştir. Şeyh
İbrahim'den sonra ise, yerine kardeşi Şeyh Ca'fer posta geçmiş. Ancak bu
dönemde, Şeyh İbrahim'in oğullarından Şeyh Cüneyd, amcası Şeyh Ca’fer’i ve
ağabeyi Kutbuddin Haydar’i (Şeyh Cüneyd’in ağabeyi Kutbuddin Haydar ve ahfâdı
hakkında bakınız: İbrahim Fasih El-Haydarî, El-Mecdu’d-Tâlid Fi Menâkibi
Mevlâna Halid, Dâru’t-Tiba’ati’l-Amire, İstanbul, 1292) tanımayarak onlara
karşı çıkmış, Erdebil'i terk ederek Anadolu'ya gelip, saltanat kurmaya
heveslenmiş başına dervişler/müritlerden müteşekkil askerler toplamıştır. Bu
şekilde Safevî ailesi ikiye bölünmüştür. Aslında Sünnî/Şâfiî olan Safevî ailesi
içerisinde Şiî ve Rafızî görüşlere ilk meyleden, Şeyh Cüneyd olmuştur. Akkoyunlu
hükümdarı Uzun Hasan'ın kız kardeşi ile evli olan Şeyh Cüneyd Akkoyunluların
Şirvan valisi olan Ferruh Şah Yesar ile giriştiği bir çatışmda 1460 yılında
öldürülmüştür . Yerine müritleri tarafından geçirilen oğlu Haydar ise,
delikanlılık çağına gelince babası gibi saltanat hevesine kapılarak başına
müritlerinden büyük bir ordu toplamıştır. Akkoyunluların Şirvan hakimi Ferruh
Yesar'ın ordusu ile karşı karşıya gelmiş, tam savaştan zaferle çıkacakken, Şeyh
Haydar başına isabet eden bir okla öldürülmüş, ordusu paniğe kapılıp dağılmış
ve çoğu kılıçtan geçirilmiştir. Büyük oğlu Sultan Ali'nin öldürülmesi ile,
Hayatta kalabilmeyi başaran tek oğlu İsmail ise müritlerince Lahican'da
gizlenmiş. Büluğ/ delikanlılık yaşına gelince baba ve delerinin müritlerinden
dervişler ordusu toplamaya başlamış. Özellikle Erzincan-Tercan başta olmak
üzere, Anadolu'dan bir çok mürit ona katılmış büyük bir dervişler ordusu ile
babası ve dedesinin intikamını almaya koyulmuş. Önce Şirvanşah olan Ferruh
Yesar'ı ortadan kaldırmış ardından Akkoyunlu hükümdarı Elvend Bey'le
savaşmıştır. Sonunda Elvend'e karşı zafer kazanan İsmail, 906/1501 tarihinde
Akkoyunlular'ın payitahtı Tebriz'e girerek şahlığını ilan etmiş, böylece Safevî
Devleti kurulmuştur. Safevi aliesinin Şeyh Ca'fer ve Kutbuddin Haydar'dan gelen
Sünni/Şâfii kolu da bir şekilde devam edip, Bağdat ve Süleymaniye civarındaki
Haydari sülalesini oluşturmuştur. Mevlâna Hâlid Hazretlerinin hulefâsından
Sibgatullah El-Hayderi, Mevlana Hâlid'in Menâkıbını anlatan El-Mecdu't-Tâlid kitabının
Müellifi İbrahim Fasih El-Hayderî, Son Osmanlı Şeyhülislâmlarından Haydarizâde
İbrahim Efendi gibi şahsiyetler bu aileye mensup olup, Şeyh Cüneyd’in ağabeyi
Şeyh Kutbuddin Haydar’ın sülalesinden gelmektedirler. (İbn Bezzaz, Tevekkülî,
Safvetu's-Safâ, 896: 6b, Süleymaniye (Ayasofya) Kütüp. No: 3099; Aşıkpaşazâde,
Tevârih, Ali Beğ neşri, 1332, Matbaa-i Amire, İstanbul; F. Giese Yayını,
Leipzig, 1929; Ahsenu't-Tevârih, Hasan-ı Rumlu, Farsça Metin, Oriental
Institute, Baroda, 1931; W. Hinz, Şeyh Cüneyd Ve Uzun Hasan, TTK.
Yayınları,1992; John E. Woods, The Aqquyunlu Clan, Confederation, Empire,
Minneapolis&Chikago, 1976; El-Mecdu't-Tâlid Fi Menâkibi Mevlâna Hâlid,
İbrahim Fasih El-Hayderi, Matbaa-i Amire, 1292, Osmanlı Şeyhülislamları,
Abdülkadir Altınsu, 1972)
Tarikatlar içinde, zaman içinde Bâtıniliğe yönelip, dinin
temel akidelerine ters düşen fırkalar haline gelenler olduğu gibi, ehil
olmadıkları , seyr u süluk ve irşâd ehliyetine sahip olmadıkları halde,
Mürşidlik, şeyhlik davasında bulunan bir hayli müteşeyyih de çıkmıştır. Asıl
itibarıyle, toplumun bulunduğu hal ve ahvâli yansıtmışlardır.
Filhakika , her insani müesese de gibi, zamanla sapmalar,
bozulmalar ve istismarlar da görülmüştür. Nitekim Celvetî meşâyihinin
ünlülerinden İsmail Hakkı Brusevî kendi devrine ilişkin şöyle bir tesbitte
bulunur: “ Bu a'sârda ise tekyelerin şeyhleri sabaha dek gaflette olduklarından
ferâizi bile ikâmet etmez olmuşlardır. Pes bunlarda ne takva ve ne hod-fetva
vardır. Ve bunlara Tâbî olan ehl-i tekyenin halleri dahi onlara kıyas oluna.
Zira, dâllın tâbii dahi dâlldır. Ve böyle tekyeler “tağyîru'ş-şekl
liecli'l-ekl” mânasını müştemil olan ehl-i bitâletin mevâzi ve müstakarrı
olmağla kenîse ve meyâne gibidir ki, oralarda sâkin olanlar fiil-i
muharremâttan hâlî değillerdir. Belki bunların hâli ehl-i kenîse ve meyhâne
hâlinden eşeddir. Zira, istihlâl-i maâsi ederler ve meâbidi beyt-i esnâm kılup
şânlarını tahkir ederler. Pes bunların azapları muzâaf olur ve bu a'sârda
mahakk ve muhakkak olan şeyhe lâzımdır ki, tekye ve sûfî kaydında olmaya. Zira,
ehl-i kesret ve ehl-i câhdan olur. Hakikat ise terk-i şöhret ile vücuda gelir
ve ol mürîd ki filhakika müstaid olur. İstirşâda müteheyyi'dir, karîben ve
ba'îden mürşidi bulur. Veyahud mürşid onun ayağına gelir. Ve maksud olan ihtidâ
hâsıl olur.“
(İsmail Hakkı Brusevî, Yazma Mecmuâ, 46a, Sadrazam Küçük
Said Paşa Yazmaları.)
Tasavvufun temel kaynakları olan eserlerde, bu hususlar
zaten yer almış olup, bu durumdakilerin vaziyet ve hali de uzun uzadıya izah
edilmiştir. Keşfu'l-Mahub kitabında “Safâ, Kederin zıddıdır. Keder beşeri bir
sıfattır. Gerçek Sufi ise bunu arkasında bırakandır” diyen ve bu hususta Hz.
Yusuf'u örnek veren Hucviri/Data Genc-Bahş, bu konulara hususi bölümlerde
uzunca detaylı bir şekilde yer vermiştir. Letâifu'l-Minen Ve Levakihu'l-Envâr
sahibi Abdülvahhâb Eş-Şa'rânî de eserlerinde Müteşeyyihlerden müşahhas örnekler
vermiştir. Hatta bu husuta, vefat etmeden önce kendilerine görkemli türbeler
yaptırıp, kendilerini hem de abartılı bir şekilde türbeler yaptıran şeyhleri/müteşeyyihleri
çok sert bir dille yermiştir. (Letâifu'l-Minen Ve'l-Ahlâk, Kahire, 1967;
Levakihu'l-Envâri'l-Kudsiyye, Kahire, 1311) Her meşrep ve yol da olduğu gibi,
Tarikatlarda da sapmalar, Suiistimaller söz konusu olmuştur. Su-ı misal
üzerinden hareketle Takvâ ve Dört Kapı denilen Şeriat-Tarikat-Ma'rifet-Hakikat
ilkeleri doğrultusunda, Ma'rifetullah kâidesini esas alan Tasavvuf'a ve bunun
coğrafyamızın mayasını oluşturan İrfan ocaklarına yönelik, toptancı bir
yaklaşımla, olumsuz tutum takınılması büyük bir adaletsizlik ve hakikatlerin
örtülmesidir.
İslam coğrafyasında, tarihimiz boyunca Tasavvuf ve
tarikatlar Ümmet'i ayakta tutan önemli bir müessese/zemin olarak vazife görüp
fonksiyon icra etmişken, aynı zamanda içinde bulunduğu ictimâî ve siyasi
vaziyeti de yansıtmıştır. İçinde bulunduğu hal u ahvâlden müstağni de değildir.
Binâberîn, âlem-i İslâmın içine girdiği inkıraz ve çöküşlerden nasibini
almıştır. İslâm âleminin parlak bir medeniyet ortaya koyduğu zamanlarda
Tasavvuf ve tarikatlar zirve dönemlerini yaşamış ve bunun oluşmasında büyük
katkıları olmuştur. İnkıraz hâsıl olduğu devirlerde ise, menfi surette nasibini
almıştır.
Eskiden, Tasavvuf ve bunun cemiyet içinde müesseseleşmiş
hali olan tarikatlar, bunların mekanları olan Dergahlar/Zaviyeler bulundukları
coğrafyada, melikler ve emirlerle alakaları bulunur, çoğu zaman bunlar
tarafından da himaye edilirlerdi. Elbetteki, bu husus, meliklere ve ümeraya
müdahene etme onlara bend olma makamında değildi. Bu, daha önce de
belirttiğimiz gibi, Ebu Haşim Es-Sufî'ye Remle'de ilk dergah'ın inşa edilmesi
ile başlamıştır. Selahaddin-i Eyyubî'nin, Harran'da irşad faaliyetlerinde
bulunan kibâr-i mazinneden, büyük velî Hayat bin Kays El-Harrânî (Vefatı:
581/1185-86. Türbesi halen Urfa-Harran'da en önemli ziyaretgâhtır) ile olan
alakası onu ziyareti ve duâsını alması bu konuda önemli bir örnektir.
Tasavvuf ehlinin bir kısmının içinde bulunduğu hal,
mertebe ve istiğrak hali ve dışa vuran şathiyeler, bazen dünyevi olarak onların
başına belalar da açmıştır. Hallâc-ı Mansur'un idamı bu kabildendir. Hatta,
Heyâkilu'n-Nur Sahibi Şihabuddin Es-Sühreverdi El-İşraki El-Maktul'ün idamı da
bunun dışında sayılmaz. Bir kısım ünlü mutasavvıfların şathiyeleri
bilinmektedir. Bayezid-i Bistâmî, Cüneyd-i Bağdâdî gibi çok büyük mutasavvıflara
dahi, te'vil edilebilecek durumda olsalar da, bazı Allah'ın Cemâl sıfatının ön
plana çıkarıldığı şathiyeler isnad edilmiştir. Ruzbihan El-Baklî gibi,
“Arâisu'l-Beyân Fi Hakâiki'l-Kur'ân” adlı önemli bir işârî tefsirin
(Arâisu'l-Beyân Fi Hakâiki'l-Kur'ân, Bombay/Mumbai, 1301) sahibi büyük bir
zâtın Keşfu'l-Esâr adlı eserinde çok fazla şathiyeye rastlanmaktadır.(Doç. Dr.
Nazif Hoca, Rûzbihân El-Bakli ve Kitâb Kâşf Al-Asrâr'ı İle Farsça Bâzı
Şiirleri, İst. Üniv. Ed. Fak. Yay. İstanbul, 1971). Rûzbihân El-Baklî'nin
Keşfu'l-Esrâr'ında Şathiyyelere rastlanılmasına rağmen, işârî tefsirinde ve
Kitâbu Meşrebi'l-Ervâh'ında rastlanılmamaktadır.(Kitâbu Meşrebi'l-Ervâh/1001
Makâm, Neşreden: Nazif Hoca, İst. Üniv. Ed. Fak. Yay. İstanbul, 1974) Buna
benzer şathiyeler Yunus Emre'nin divânının bazı yerlerinde rastlanmaktadır.(
Yunus Emre Divânı, Yazma, Fatih (Süleymaniye) Kütüp. No:3889, Tıpkı Basım,
Kültür Bakanlığı Yay. Ankara, 1991). Şathiyeler Tasavvufta istiğrak halinde
söylenen, dışa vuran bazı ifadeler olduğundan, te'vile açıktır.
Bu tür tasavvufi mertebeler ve istiğrak hali dışında bir
kısım tarikat erbabının, buna benzer sözleri ve temayülleri ise, Şer'-i
Şeriften, Kur'ân ve Sünnet'ten, Nusûs-i Şer'iyye'den açık sapmalara yol açmış,
bunlar ilhad ve zındıka mesleğine sürüklenmiştir.Tasavvufu bilen ilim erbabı
bunun ayrımını yapabilmiştir.Bunlardan Ehl-i Sünnet akidesinden tümü ile
ayrılarak müfrit bâtıniliğe temayül gösterenler olduğu gibi, Rafızilik
meşrebine kayanlar da görülmüştür. Bunlardan yola çıkılarak, Seyr u Süluka
dayalı Ma'rifet ve inkişâf-ı Hakâik-i İmaniye olarak asırlarca insanlığı
Tevhid'in hakikati zemininde terbiye ve irşad eden bir yol suçlanamaz. Nitekim
Bediüzzaman Hazretleri Mektubât-Telvihâtı Tis'a Risâlesinde Tasavvuf ve
tarikatla ilgili şu tarifleri yapmıştır:
“Bilin ki, Allah'ın dostları/Velileri için ne bir korku
vardır, ne de onlar mahzun olurlar.” (Yunus Sûresi, 10:62)
Tasavvuf, tarikat, velâyet, seyr u sülûk nâmları altında
şirin, nuranî, neşeli, ruhanî bir hakikat-i kudsiye vardır ki, o hakikat-i
kudsiyeyi ilân eden, ders veren, tavsif eden binler cilt kitap, ehl-i zevk ve
keşfin muhakkikleri yazmışlar, o hakikati ümmete ve bize söylemişler..
Tarikatin gaye-i maksadı, marifet ve inkişaf-ı hakaik-i
imaniye olarak, Mi'rac-ı Ahmedînin (a.s.m.) gölgesinde ve sâyesi altında kalp
ayağıyla bir seyr u sülûk-i ruhanî neticesinde, zevkî, hâlî ve bir derece
şuhûdî hakaik-i imaniye ve Kur'âniyeye mazhariyet; “tarikat,” “tasavvuf”
namıyla ulvî bir sırr-ı insanî ve bir kemâl-i beşerîdir.
Evet, şu kâinatta insan bir fihriste-i câmia olduğundan,
insanın kalbi binler âlemin harita-i mâneviyesi hükmündedir. Evet, insanın
kafasındaki dimağı, hadsiz telsiz telgraf ve telefonların santral denilen
merkezi misilli, kâinatın bir nevi merkez-i mânevîsi olduğunu gösteren hadsiz
fünun ve ulûm-i beşeriye olduğu gibi, insanın mahiyetindeki kalbi dahi, hadsiz
hakaik-i kâinatın mazharı, medarı, çekirdeği olduğunu, had ve hesaba gelmeyen
ehl-i velâyetin yazdıkları milyonlarla nuranî kitaplar gösteriyorlar.
İşte, madem kalp ve dimağ-ı insanî bu merkezdedir;
çekirdek hâletinde bir şecere-i azîmenin cihazâtını tazammun eder ve ebedî,
uhrevî, haşmetli bir makinenin âletleri ve çarkları içinde derc edilmiştir.
Elbette ve herhâlde, o kalbin Fâtırı, o kalbi işlettirmesini ve bilkuvve tavırdan
bilfiil vaziyetine çıkarmasını ve inkişâfını ve hareketini irade etmiş ki, öyle
yapmış. Madem irade etmiş; elbette o kalp dahi akıl gibi işleyecek. Ve kalbi
işlettirmek için en büyük vâsıta, velâyet merâtibinde zikr-i İlâhî ile tarikat
yolunda hakaik-i imaniyeye teveccüh etmektir.” (Mektûbat, Telvihât-ı Tis'a)
Osmanlı döneminde, tarikatlar, umumiyetle belli bir
disiplin içinde, manevi terbiyenin merkezinde yer almış özellikle, Rumeli'de
İslâm'ın yayılışı Tasavvuf/tarikatlar vasıtasıyla gerçekleştirilmiştir. Hatta,
Anadolu Selçukluları döneminde, Deşt-i Kıpçak, Kırım ve Dobruca 'da İslâmın
yayılışında Şeyh Sarı Saltuk'un faaliyetleri kaynaklarımızda yer almıştır.(İbn
Es-Serrac Ed-Dimeşkî, Teşviku'l-Ervâh Ve'l-Kulûb İla Zikri Allâmi'l-Guyub,
Amcazade (Süleymaniye) Kütüphanesi, No:272, vr. 190-181; Tuffahu'l-Ervah,
Princeton Univ. Library, Garret, 97, Vr. 194-202) .Zaman zaman bazı tarikart
şeyhlerinin uygun olmayan davranış ve filleri cezâi takibata dahi uğramıştır.
Şeyhülislâmlık makâmı bunun en önemli kontrol mekanizması olmuştur.
Şeyhülislâmlar, Tarikat ve Dergâhları kontrol eden, zaman zaman zabt u rabt
altına alan fonksiyonlar içra ettikleri gibi tarikatlara intisap da
etmişlerdir. Osmanlı'nın Alâeddin El-Arabi; Molla Hüsrev ve Zembilli Ali Cemâli
Efendi gibi Şeyhülislâmlar Zeyneddin El-Hâfî'nin kurduğu Zeyniyye tarikatına
intisap etmişlerdir. Hatta Şeyhülislâmlardan ve ulemadan bazıları vefatlarında
mensup oldukları tarikatlarınn dergahlarına defn edilmişlerdir. Şeyhülislâm
Molla Hüsrev Efendi ve Haşiyeler sahibi Allâme Hayâli, İstanbul'un ilk kadısı
Hızır Çelebi'nin oğulları Müftü Ahmed Paşa ve Yakup Paşa Bursa'da, Zeyniler
Asitânesinin kabristanında medfundurlar. Sultan II. Selim'in Hocası Allame
Atâullah Efendi ve Oğlu Kadıasker Şems Efendi İstanbul'da Zeyni Şeyh Ebu'l-Vefa
Dergahı kabristanında medfundurlar.İstanbul Bâyezid Camii bitişiğinde
kütüphanesi bulunan Şeyhülislâm Hacı Veliyuddin Efendi vefatında (Vefatı:13
Cemâziyelâhir 1182/25 Ekim 1768 Salı), müntesibi olduğu Nakşibendiyye-i
Müceddidiyeden Eyüp-Otakçılardaki Şeyh Murad-ı Münzevî dergâhına defn
edilmiştir.
19. yüzyılda, özellikle Tanzimâttan sonra bir ölçüde,
batılılaşmanın ve merkeziyetçileşmenin etkisi ile tekâya ve zevâyayı zabt u
rabt altına almak maksadına matuf olarak 1285/1868 tarihinde Meşihat-ı İslâmiye
bünyesinde Meclis-i Meşâyih müessesesi tesis edilir. Ve ilk Meclis-i Meşâyih
riyasetine Yenikapı Mevlevihânesi Postnişîni Osman Selahaddin Efendi getirilir.
1922 yılına kadar fiilen ve resmen bu meclis vazifesini ifâ eder. Bu döneme
kadar altı safha geçiren bu müessese, zaman zaman kanun ve nizamnamelerle
değişikliklere uğratılır, özellikle 1327 tarihli kanun ile kurumun işlev yetki
alanları bir hayli kısıtlanmış, meclis azaları üçe düşürülmüştür.
Osmanlı döneminde, 19. yüzyılda, Meclis-i Meşâyih
müesesesinin kurulması ile merkeziyetçileşme süreci ile merkezileştirilen,
Tarikatlar, Tekkeler/Zâviyeler merkezi denetime tabi tutulmuş oldu. Daha
önceleri, BOA'de ki vesikalardan perakende şekilde teftiş edilen
Dergahlar/Zâviyeler bu müessese vasıtası ile neredeyse tek merkezden denetlenir
hale geldi. Bugün İstanbul Müftülüğü bünyesinde yer alan Meşihat Arşivi'nde yer
alan dosyalar ve 96 defterde bu durum açıkça müşahede edilebilmektedir.
Tarikatların ekseriyetle umur-i siyasiyeye menfi cihette müdahalelerinden uzak
tutulması hususu da burada görülür. Nitekim Sultan II. Abdülhamîd devrinde
siyasi sahaya menfi surette müdahale eden bir kısım meşayih, Koska/Koğacılar
Şeyh Abdüsselam Efendi Sa'dî Dergahı Şeyhi Yahya Efendi (BOA,Y.PRK.DH. 13/70),
Nakşibendî-Hâlidî Şeyh Feyzullah Efendizâde Şeyh M. Sâdık Efendi (BOA, İ:DH.
63655/1; 821/66181), Nakşibendi-Kâdrî Şeyhi Erbilli Şeyh M. Es'ad Efendi gibi
bazı meşâyih gerçekten yanlış jurnallerin kurbanı olsa da, nefy ve teb'îd
edilmişlerdir. Şeyh M. Sadık Efendi'nin babası ve Dergahının kurucusu Şeyh
Feyzullah Hezargradi-Vidini 1276/1859'da vuku bulan Kuleli Vak'ası'nda
Süleymaniyeli Şeyh Ahmed'in liderliğindeki darbe teşebbüsünde yer alması hasebi
ile tertib olunan ceza üzere Midilli adasına Kal'abendliğe mahkum edilmişti.
(BOA, İDH, 29437; A.DVN.149/31-1; A.MKT.UM. 567/70). Alay Köşkü Caddesindeki
Aydınoğlu Tekkesi Şeyhi Fehmi Efendi, Saraçhane-Dülgerzâde Şeyhi Selim Sabit
Efendi gibi bazı şeyhler ise, Tarikat ve Şeyhlikle asla bağdaşmayacak uygunsuz fiillerde
bulundukları gerekçesiyle tekkelerinden uzaklaştırılmışlardır. Öncesindeki
dönemlerde de, zaman zaman sürgün hatta bazen idam cezaları tertib edilmiştir.
Kâdiriyye'nin Resmiyye kolunun ve Karagümrük-Kabakulak tekkesinin kurucusu Şeyh
Mustafa Ahî Resmi Efendi 5 Cemaziyelâhir 1206/30 Ocak 1792 tarihinde
Kıbrıs-Magosa'ya sürgün edilmiş ve 1208/1793 tarihinde orada vefat etmiştir.
(Tabibzâde Dervîş Mehmed Şükrî, Mecmua-i Tekâya, Turgut Kut Yayını, Harvard
University Press, 1995:14) Magosa'daki mütevazi ve kitâbeden hâli mezarı halen
mevcuttur. 17. Yüzyılda ise, Zeyrek ve Kul (Manisalı Mehmed Paşa) Camii Dergahı
Postinişini meşâyih-i Celvetiyye'den ünlü Atpazarî Şeyh Osman Fazlı Efendi de
yine Kıbrıs-Magosa'ya sürgün edilmiş ve 19 Zilhicce 1102/13 Eylül 1691
tarihinde orada vefat etmiştir. Magosa'daki türbesi halen faal bir
ziyaretgâhtır. ( Brusevi, İsmail Hakkı, Silsile-i Tarîk-i Celvetî, Shf. 92-100,
Haydarpaşa Hastahanesi Matbaası, 1291). 1241/1826 yılında, Yeniçeriliğin kanlı
bir şekilde lağvedilmesinin ardından, bağlantılı olduğu Bektaşî tarikatının da
yasaklanması, Üsküdar Tekkesi Şeyhi gibi, bir kısım Bektaşi Babalarının idamı,
diğerlerinin nefyedilmesi meselesi ise ayrıca işlenmesi gereken müstakil bir
konudur. (Sahaflar Şeyhizâde M. Es'ad Efendi, Üss-i Zafer 1241, Shf. 210-14,
İstanbul, 1243). 93 (1293/1877-78 Osmanlı-Rus Harbinde, müritlerinden topladığı
Milislerle gösterdiği yararlıktan dolayı taltif edilen, Hâlidiyye-i
Nakşibendiyye'nin kurucusu Mevlâna Hâlid Hazretlerinin (Vefatı: 1242/1827) ecille-i
hulefâsından Seyyid Taha El-Hakkari En-Nehrî'nin (vefatı:1269/1853) oğlu ve
Şemdinli/Nehri (Bugünkü Bağlar köyü) 'deki Dergâh-ı Şerifinin Postnişîni Şeyh
Seyyid Ubeydullah Efendi, İran'da Kacar idaresinin Dergahları ve müritlerine
yönelik bazı ağır baskılarına karşı kalkışmasından dolayı önce İstanbul'a
nakledilir, sonra da Mekke-i Mükerreme'ye ikâmete gönderilerek 1301/1883
Tarihinde orada Mescid-i Harâm'da vefat edip, Cennetu'l-Mualla kabristanında
defn edilir.(BOA, İ.MMS, 56/2528; İ.DH.778/63318; 3011;64167;64557/7; YPRK.AZJ,
6/118; Y.PRK.ASK. 7/34)
İttihat-Terakki döneminde ise, Sultan II. Abdülhamîd
devrindeki uygulamaların aksine, idam cezaları tertib edilip, infaz edilir. 14
Ramazan 1331/17 Ağustos 1913'te taltifattan olarak, Dördüncü Rütbeden Osmânî
Nişânı alan, Şeyh Seyyid Taha El-Hakkârî ve Şeyh Nureddin El-Brifkânî
silsilelerine mensup, Barzan Nakşibendi-Kâdirî Şeyhi Barzanlı Şeyh Abdüsselâm
Efendi, ertesi sene Diyarbekirli Said Paşa'nın oğlu ve dönemin Musul valisi
Süleyman Nazif'in marifetiyle, idamına karar verilen 7 Muharrem 1333/25 Kasım
1914 Tarihli İrâde-i Seniyye ile 5 arkadaşı ile birlikte Musul'da salben idam
edilir. ( BOA, İ.TAL, 484/1331/N-09; İ.HB, 163/1333/M-012)
1330/191414'teki Bitlis Hadisesi neticesinde, Nakşibendi
Şeyhi Genç-Uğnutlu Hacılar karyesinden Şeyh/Molla Selim Efendi ve Halifeleri
olan Arvasizâdelerden Şeyh Şihabuddin, Şeyh Muhammed Şirin ve onların
amcazâdeleri Seyyid Ali başta olmak üzere 29 kişi, Mustafa Abdülhâlik Renda'nın
Bitlis Valisi olduğu İttihatçı idare tarafından idama mahkum edilerek, cezaları
salben infaz edilir. (BOA, DH.KMS, 16/30; DH.EUM.EMN, 77/2; 85/9; 78/4; BEO
(S.). 20/5-321161)
Cumhuriyet döneminde, 30 Teşrin-i Sâni 1341/30 Kasım 1925
Tarihli ve 677 sayılı kanun ile Tekke Ve Zâviyelerin, Türbelerin Seddine,
tarikatların yasaklanmasına karar verilmiştir. Bu kararla bütün Tekke ve
Zaviyeler/Dergahlar kapatılmış, Mevlevilik ve Bektâşilik dahil tüm Tarikat
faaliyetleri cezai müeyyidelerle yasaklanmıştır. Tekke/Zaviye ve
hankâh/Dergâhların kapatılması olayında Takrir-i Sükun kanunu ile kanlı bir
şekilde bastırılan Şeyh Said hadisesi bahane olarak gösterilmişse de, asıl
neden, batılılaşma-sekülerleşme sürecinin bu son safhasında seküler-ulus devlet
kurmaya matuf tüm geleneksel, tarihten gelen dini/İslâmi kurumların
inkılaplar/Devrimler adı altında tasfiyesi operasyonu idi. Devrim/İnkılap
kanunlarının tümü göz önüne alındığında, Batı'da Aydınlanmacı felsefeye dayalı
19. Yüzyıl jakoben-kaba pozitivizminin Osmanlı bakiyesi olan Müslüman bir
coğrafyaya zorla/militanca dayatılmasından başka bir şey değildi.
Türkiye'de devletin bir yandan Mevlâna Celâleddin-i Rumî,
Hoca Ahmed Yesevî, Seyyid Mahmud Hayrani, Sarı Saltuk, Hacı Bektâş-ı Velî, Ahi
Evren, Yunus Emre, Somuncu Baba Hamîduddin Aksarayî, Hacı Bayram-ı Velî yolu
üzerinden söylem ve literatür oluşturma çabasında bulunurken, hatta TTK, Kültür
Bakanlığı, Milli Eğitim Bakanlığı gibi devlet kurumlar bunlar ve daha bir çok
tasavvuf-tarikat büyüklerinin eserlerini yayınlarken, diğer yandan adı geçen
zatların yolunu, tarikat ve dergâhlarını yasaklaması ne yaman bir çelişkidir.
Resmi ideoloji için. 1925'te Tekke ve zaviyeler, Hankâh ve dergâhlar
kapatılarak, bu ülkenin ve insanlarının, toplumun en önemli hayat damarlarından
biri kesilmiştir. Sekülerleşme/Batılılaşma/Laikleşme nâmına, bugün enkaza
dönüşmüş olan, büyük bir Maneviyat/Medeniyet ve kültür katliamı yapılmıştır.
Hocam iyi güzel de Hz. Muhammed (SAV)’den ve Kuran’dan örneğiniz yok sadece tarihinden bahsetmişsiniz. Deseniz ki, bakın böyle bi ayet var mezheplere tarikatlara şeyhlere bölünün veyahut Hz. Muhammed (SAV) böyle buyurmuş, tamam haklısınız deyip bi tarikata üye olurum ama kanıtsız olunca olmuyor.
YanıtlaSilHoca ilk başta ashabı suffadan ve bu oluşumun medrese ve tekkelere dönüşümünü anlatmış ashabı suffayı kim kurdu kardeşim Allah Resul’ü değilmi
SilAllah razı olsun. Güzel bir çalışma olmuş. Emekleriniz zayi olmasın. Allahım başarı versin. Tevfik Erhamurrahiminden.
YanıtlaSil