Ulus- Devletin Sıradanlaştırma Dayatması Ve Ayrıştırıcı Statü Tepkisi (Kasım 2011’de Milat Gazetesinde Yayınlanmış Makalemiz. Halen bugüne ışık tutmaktadır.) Müfid Yüksel

 





Ulus- Devletin Sıradanlaştırma Dayatması Ve Ayrıştırıcı Statü Tepkisi

 (Kasım 2011’de Milat Gazetesinde Yayınlanmış Makalemiz. Halen bugüne ışık tutmaktadır.)

Müfid Yüksel

 

19. yüz yıln başlarından itibaren, Aydınlanma düşüncesi ve Fransız devriminin etkisi ile önce Batı Avrupa’da, sonra da diğer coğrafyalarda baş gösteren, hanedanların çöküşü , ulus devletlere dönüşümü süreci, merkeziyetçi bir devlet yapısıyla birlikte homojen adeta yekpare bir toplum ve tek tip vatandaş üretme  proje ve dayatmalarını da beraberinde getirdi.

Avrupa’da baş gösterip, zamanla Rusya ve Osmanlı imparatorluğu coğrafyasını da etkileyen ve büyük sancılara hatta trajik sonuçlara yol açan bu süreç yirminci yüzyılda adeta bütün dünyayı kapladığı gibi yükselen ideolojilerle yüzünü çok daha acımasız bir şekilde gösteren bir yapıya dönüştü.

Özellikle bizim coğrafyamızda Osmanlı İmparatorluğu’nun  19. Yüzyılda, gayr-i müslim unsurlardan başlayarak artan milliyetçilik hareketleri ile dağılmaya yüz tutup, Birinci Cihan Harbi’nin akabinde büsbütün ortadan kalkması ve bu coğrafya üzerinde çeşitli ulus devletlerin kurulması ulus-devlet dönüşümünün en acımasız modellerini uygulamaya soktu. Avrupa’da Hitler Almanya’sı, Stalin Rusya’sı, Benito Mussolini İtalya’sı en başlıca örneklerdi. Türkiye’deki yeni rejim, tek-parti dönemi resmi ideolojisi ve uygulamaları da bunlardan çok farklı bir manzara göstermemekteydi  Hatta o döneme ilişkin anılan devletlerin tanıtım dergi ve kitap yayınlarına bakıldığında benzer yapılanmanın oldukça bariz bir şekilde göze çarpan bir nitelikte olduğu görülecektir. Bunların tümünün ortak özelliklerinin, tepeden inmeci-jakoben, aşırı merkeziyetçi, lider karizmasına dayalı yeniden bir ulus inşa etmek, tek tip toplum ve  homojen itaatkar vatandaş üretmek, iç güvenlik konseptine dayalı baskıcı bir sistem kurmak olduğunu görürüz. İkinci Dünya savaşı sonrası, soğuk savaş dönemi ise, Ortadoğu, Afrika ve Uzak Asya’da da batılı işgal ve sömürge dönemleri akabinde daha çok askeri darbelere dayalı bu tarz ulus devletlerin bir hayli çoğaldığı bir devir olmuştur.

Karizmatik lider/diktatör, Jakoben-baskıcı devlet ve ideoloji ve tek tip toplum, tek tip vatandaş oluşturma yapı ve amacı üzerinde temellenen ulus devlet modelleri aynı zamanda sun’i oluşturulmuş, ya da oluşturulması hedeflenen belli bir azınlık dışında toplumun diğer tüm fertlerini tek tipleştirme projesi çerçevesinde, bireyi ve toplumun farklılık ve farklı katmanlarını tamamen öteleyen, aynı zamanda iyice sıradanlaştırıcı bir işlev görmekteydi.

Hanedan ve imparatorluklar, temelde mutlakiyet rejimleri olsa da, hanedanlar meşruiyetlerini yine de toplumsal zenginlikleri ve çeşitlilikler, farklı renkleri barındıran bir yapıya dayandırmaktaydı. Osmanlı devleti örneğinde Padişahlık, saltanat gibi mutlakiyetçi olarak nitelendirilen siyasal bir yapıya sahip olmasına karşın geniş bir coğrafyada çok farklı inanç, köken ve kültürdeki toplulukları zengin bir şekilde bünyesinde barındırabiliyordu. Nerdeyse Orta Avrupa’dan, Arap yarımadası ve Kuzey Afrika’ya kadar bir bölgede uzun zaman bu farklılıkları barındıran var olmasına izin veren bir yapı arz ediyordu. Hanedanı adeta kutsayan bir devletçi yapıya sahip olmasına karşın tüm bu zenginlikleri ve toplumsal çeşitliliği  içermekteydi. Bugünkü etnil toplulukların tümü, gayr-i müslim topluluklar yer bulabilmekte ve önemli ölçüde kimliklerini ve aidiyetlerini koruyabilmekteydiler. Tek-tip bir aidiyet duygusu dayatılmamaktaydı. Elbette, sorunsuz bir ortamdan söz etmiyoruz, hem de ciddi sorunlar söz konusuydu. Ancak, Osmanlı-Safevi, Osmanlı-İran çelişkisine ve savaşlarına dayalı olarak Kızılbaş-Alevî topluluklarına yönelik zaman zaman uzun süreli , Kuyucu Murad Paşa vak’ası gibi dönemsel şiddet ve baskıları hariç tutarsak, ulus devletlerle mukayese olunduğunda, çeşitli farklı toplulukları, cemaatleri, inanç gruplarını, farklı kültürleri bir arada bulundurma zenginliği açısından çok önemli bir örnek olduğunu gözlemleriz.

Ulus-devlet örneğine bakıldığında, tolum içerisinde farklılıkları baskı ile ortadan kaldırmayı amaçlayan, tek dil, tek kültür, tek ideoloji, tek ırk, tek ulus vs. Söylemlerle ideolojik sloganlara dönüşen dayatmaları ve bu çerçevede toplumun, farklı toplum katmanlarının, bireylerin farklılaşan özellik ve yeteneklerini budayan bu anlamda gelişmelerinin önünü kesen, önüne set koyup dinamizmini öldüren sıradanlaştırıcı bir yapı ile karşılaşırız.

 

1990’lı yıllardan itibaren ise, soğuk savaş döneminin, iki kutuplu dünya sisteminin  sona ermesinin ardından ulus-devlet yapılanmaları varlıkarını baskıyla da olsa koruma anlamında büyük zorluklar içine girdi. Etnik sorunların iyice baş göstermesi, bu  anlamda şiddetin artması ve çözülmeler dönemine girildi. Yugoslavya’nın dağılma süreci başlı başına bir örnekti.

Türkiye’de ise, İmparatorluk sonrası ulus-devlet modelinin tümüyle yukarıda sıraladığım özelliklere sahip olarak, toplumun ve bireyin önüne set koyan, farklılıkları, toplumsal çeşitliliği, toplumsal zenginliği öteleyip bastıran yapısının artık işlevselliğini yitirdiği Kürt sorunu, Alevilik sorunu  başta olmak üzere baş gösteren ve alevlenen sorunlara çare olamadığı, kangrenleştirdiği  iyiden iyiye gün yüzüne çıkmıştır.

Daha çok tepkisel özelliklere bürünen bu sorunların kemikleşmesinde, en çok ulus-devletin toplumu ve bireyi sıradanlaştırıcı yapı ve uygulamalarına karşı tepki, statü/iktidar alanı arayışı başat rol oynamaktadır.

Böylesine bir toplumsal ve bireysel refleksin, statü arayışının, gerek Kürt sorunu başta olmak üzere toplum içerisindeki sorunlar çerçevesinde önemli ölçüde cevabını bulmaktadır. Ulus-Devlet’in çizdiği ideolojik ve toplumsal sınırlar içerisinde sıradan konumda olan bir çok grup ve bireyin, etnik vs. Faaliyetler içerisine girdikten sonra çeşitli organizasyonlar içerisinde bu farklılaşan, ayrışan özelliklerine vurgu yaparak, ön plana çıkararak statü kazandıkları gözlemlenebilmektedir. Çeşitli zamanlarda bu toplumsal ve bireysel psikolojinin nasıl bir ayrıştırıcı/çatışmacı ivmeye yol açtığı görülmüştür. Örneğin, 1980 öncesinde Türkiye’deki ideolojik sağ-sol çatışmalarında bu çatışmalarda her iki tarafta aktif militan ya da yönetici olarak yer alan bireylerin, hayatlarını feda edenler hariç  önemli bir kısmının böyle bir ortam olmadığı takdirde, zihinlerinde sıradan vatandaş, işçi, şoför, ayakkabı boyacısı, memur olmak yerine bu örgütlenmeler içerisinde farklı statülere kavuşmaları, 80 İhtilali sonrasında ise, adeta apoletleri sökülmüş rütbeliler haline gelmeleri çarpıcı bir örnektir.

Türkiye’de Kürt sorunu, Alevilik sorunu açısından bakıldığında, bu sorunlar çerçevesinde ulus-devlet baskısının ağır olduğu dönemlerde dayatılan tek tip vatandaşlık ve sıradanlık dayatmasına maruz kalan,  sıradan vatandaş statüsüne sahip bir çok grup, topluluk ve bireyin kendilerine statü ve iktidar alanları oluşturmaya başladığını görmekteyiz. Bu çerçevedeki oluşum ve organizasyonlarda veya faaliyetlerde yer almadıkları takdirde laymen/sıradan vatandaş  olma durumlarının bir şekilde devam edeceği açıktır. Muhtemelen yaşamlarını, zihinlerinde şoför, işçi, seyyar satıcı, memur vs.şekillerde sürdürmek yerine kendini ön plana çıkaran etnik vs. aidiyet duygusuna dayalı, statü ve iktidar alanı sağlayan örgütlenme ve faaliyetlerini ısrarla sürdüreceklerdir. Aksi takdirde, konum ve statülerini kaybedecekleri psikolojisine sahiptirler. Bu durum en çok kendini Kürdistan’daki KCK yapılanmalarında göstermektedir. Başka vasıflara sahip olmadıkları, ya da arayışlara girmedikleri takdirde, PKK, KCK yapılanmaları içerisinde yer almaları, gençleri bir statü ve ayrıcalık kazanma psikolojisine sokmakta ve bunu kaybetmemek için her türlü keskinliği ve gerilim ve çatışmayı göze alabilmektedirler. Zira bunu kaybettikleri takdirde apoletleri sökülmüş rütbelilere benzer bir psikoloji yaşama korkusu bilinç altında yer almaktadır. Gerek Avrupa’daki gerekse Türkiye’de kentlere göçün artması ile yoğunlaşan Alevi-Bektaşi örgütlenmeleri için de aynı durum bir ölçüde geçerlidir.

Ulus-devlet yapılanmaları ve baskıcı-jakoben tek-tip ulus oluşturma uygulamaları tecrübesinin oluşturduğu tepkisellik ve statü/iktidar alanı oluşturma  arayışı, psikolojisi, gerek Kürt sorunu, gerekse Alevilik sorunu bağlamında toplumsal gerilimi arttırıcı, keskinleştirici, radikalleştirici, sorunları kemikleştirici bir etki oluşturmaktadır.

Bir yandan, ulus-devlet tecrübesinin toplumun dinamizmini, bireyin gelişimini baskı altına alıp önünü kesen, önleyen, zenginlik oluşturan kimlikleri, farklılıkları yine baskı ile yok sayıp ötelemesi ve daha açıkçası, vatandaşı, bireyi, toplumu sıradanlaştırıp işlevsizleştiren özelliği; diğer yandan bu yapıdan kurtulmak için oluşan tepkisel psikoloji ve çabaların, etnik vs. Sorunlarla bütünleşerek toplumsal gerilimleri arttırıcı ve çatışmacı bir özelliğe bürünerek tezahür etmesi sorunların  çıkılmaz noktalara gelmesine yol açmaktadır.

Gerek Kürt sorunu gerekse Alevilik-Bektaşilik sorunu bağlamında bakıldığında bu tepkisel psikoloji, bireysel/toplumsal statü/iktidar alanı arayışı, buna dayanma ihtiyacı sorunların daha da radikal çizgide seyretmesine neden olmakta bu da toplumda gerilim ve çatışmaların, hatta iç savaşın önünü açıcı, çatışmacı bir niteliğe bürünmekte, sorunların barışçı modellerle çözümünün önünü tıkamaktadır.  Bundan sonrasına ilişkin olarak toplumsal çatışmaları körükleyecek, farklılıklar yerine çatışmacı ayrılıklara, hatta Yugoslavya benzeri kanlı iç savaş ortamlarına sebebiyet verecek bir yapının oluşumunu tetiklemektedir. Sonuç olarak, ulus-devlet tecrübesinin yol açtığı toplumsal, hatta bireysel travmalar ile, geleceğe ilişkin toplumsal gerilim, çatışma, hatta iç savaş, coğrafyamızda parçalanma endişesi/tehlikesi ikileminden çıkmak için, bu coğrafyanın. Bölgenin tarihi, medeniyeti ve gerçekleri göz önüne alınarak, İslâm’ın çoğulcu, zenginliği barındırıcı temelleri içerisinde, barışçı bir şekilde somut çözümler için ciddi olarak zihnimizi yormalıyız.  

 


Yorumlar

Popüler Yayınlar