DAEŞ, İSLAM VE ŞIDDET-3
DAEŞ, İSLAM VE ŞIDDET-3
Bir yandan Hâricî anlayışın birebir eşlemeci düz mantığa
dayalı Tevhidî dar alana hapseden akide ve idraksizliğinden gelişen Tekfirci
ötekileştirme ve şiddet uygulamaları, bunun tarihimizde Katı Selefîlik,
Kâdızâdelik gibi akımlara etkisi, diğer yandan önceki bölümlerde söz konusu
ettiğim soğuk savaş dönemi totaliter ideolojilerinin militanlık ve ideolojik şiddet
yöntemi, tüm bunların bir araya gelmesi bir kısım siyasal/radikal İslamcı akım
ve gruplar üzerinde önemli etki oluşturdu. Dahası, Hâricîlik/Tekfirciliğin,
Tevhidi daraltan marjinal akidenin tarihten gelen etkisi ile, militarizmi ve ideolojik
şiddeti öne çıkaran soğuk savaş dönemi totaliter ideolojilerinin etkisinin
buluşup bileşke oluşturarak, "İdeolojik Tekfircili/Selefilik" diye
nitelendirebileceğimiz bir kısım siyasal İslami hareketler üzerinde çok ciddi
etki oluşturdu. Yanısıra, 20. yüzyılın ilk çeyreğinden itibaren Arap
yarımadasında ve Hicâz"da Selefîliğin en marjinal kolu olan Vahhâbi
idaresinin hakim olması, Hâricî/Tekfirci anlayışın İslâm Dünyası"ndaki etkisinin
süregelmesinin başlıca nedeni"dir.
Ayrıca, 19. yüzyıl"da Mısır"da yeşeren
Modernleşmeci-İslamcı çizgi, Muhammed Abduh"tan başlayarak, aynı zamanda
Takiyuddin Ahmed Bin Teymiyye El-Harrânî ve talebesi İbn Kayyim El-Cevziyye ile
özdeşleşen Selefî ekolle de bağlantı kurdular. Bir yandan Mu’tezileliğin
akılcı/Rasyonalist gibi gözüken (Kaderiyeci itikad, insanın kendi fiillerinin
gerçek faili olması) inancını diğer yandan Katı Selefiliği, Tekfirci-Hârici
marjinal akideyi tarihsel referans olarak alıp, atıflarda bulundular.
Geleneksel Sünni anlayışa karşı verdikleri mücadelede tarihsel dayanaklar
olarak refere edildiler. Dahası Muhammed Abduh"un öğrencisi Muhammed Reşid
Rıza, tarihi referans olarak Katı Selefilikle bağ kurmuş bu
yenileşmeci-modernleşmeci hareketi, "Öze, Tevhid’e ve Kur’an’a dönüş"
hareketi olarak nitelendirmekteydi.
İslâm/Müslüman coğrafyasında, önceki yüzyıllarda üst üste
gelen yenilgiler, Osmanlı Devleti’nin çöküşü, Sömürgeciliğin İslâm âleminde
yaygınlaşması, ve buna dayanan ezilmişlik duygusu, İslâmî hareketleri salt
dünyevi/seküler taleplere yöneltti. Bu daha çok iktidar talebinde, istencinde
(Desire Will To Power) tezahür ve temerküz etti.
Merhum Şehid Hasan El-Benna"nın (V.1948) 1929"da
Mısır’da kurduğu Müslüman Kardeşler Hareketi İkinci Dünya Savaşından sonra,
daha iedolojik bir örgütlenme içerisine girdi. Tarihi referanslar olarak daha
çok Katı Selefî ekole göndermeler yapan, bu ekolün temel prensiplerini itikadi
bakış açısı olarak önemli oranda benimseyen bir hareket halini aldı. Hatta
adını, daha sonra Suûdilerin ilk kralı olacak olan Abdülazîz bin Abdirrahman’ın
başında olduğu Necd bölgesindeki "İhvân Fırkası" hareketinden mülhem
olarak alır. Hasan El-Benna ve arkadaşları temelde Sünni-Şâfiî ve Şâzeli bir
köken ve gelenekten yetişen kimseler olmalarına rağmen, teşkilatlanma ve siyasi
açılımlarında Necd’teki bu hareketi örnek alıp ilham almaları, Katı Selefi
zihniyetin Müslüman Kardeşler Hareketine iyice sızıp, yer etmesine neden oldu.
Hatta zamanla İhvân içerisinde Selefilikten, militan Selefilikten yoğun bir
şekilde etkilenen Cemaatu’t-Tekfir ve’l-Hicre, Cemaatun İslâmiyye gibi İhvân’ı
reddedip, İhvân’dan ayrılan katı Selefî/Tekfirci, militan çizgiye yönelen
marjinal grup ve örgütlenmeler ortaya çıktı. Bu marjinal grup ve örgütlenmeler,
bugünkü El-Kâide, IŞİD/DAEŞ hareketlerinin öncüleri olmuşlardır.
Bu tarz örgütlenmelerde, bu etki sonucu Tevhîd kavramını
daraltan, bir şekilde bir yandan Haricî ekolün inanç temellerini, argümanlarını
çağrıştıran, diğer yandan sloganik, militan, ideolojik ve manifesto gibi
yaklaşımlarla tam da soğuk savaş döneminin ideolojik konjonktürüne oturan bir
görünüm sergilenmekteydi.
Önceki bölümde izah edildiği gibi, Soğuk savaş döneminin,
çatışmacı ve Üçüncü Dünyacı konjonktüründen etkilenen bir kısım Radikal/Siyasal
İslâmcı akımlar, bu doğrultuda ideolojik çerçeve ve teorik zeminler
oluşturdular. Tevhid, Cihad gibi kimi İslâmî kavramlar, bu yönde yeniden
yorumlanarak totaliter ideolojik içeriklerle sunuldu. 60’lı ve 70’li yıllarda
Sol ve Marxist ideolojinin Anti-Amerikancı ve Anti-Emperyalist söylemlerle
yükselişe geçtiği dönemlerde, Radikal/Siyasal İslâmcı akımlar; öykünme
psikolojisiyle, dini kavramları ideolojik, Üçüncü Dünyacı içerik ve söylemlerle
donattılar.
İslam tarihinde, Emeviler döneminden, Kerbela Fâciasından
beri süregelen kanlı olaylar, suistimaller, travmalar ve dışarıdan gelen
istilalar İslam coğrafyasını sürekli hırpalar. Müslüman dünyanın Batı/Haçlı
dünya ile karşı karşıya gelen, son büyük siyasi temsilcisi olan Osmanlı Devleti’nin
zaman içinde, müesseseleri ile birlikte çöküşe geçmesi, bu minvalde Sünnî ve
Sufî paradigmanın da, hilâfet, medrese ve dergâh kurumu başta olmak üzere tüm
kurumlarıyla çöküşe geçmesi, 19. Ve 20. Yüzyıl’a damgasını vurmuştur. Dahası,
İslâm âleminin, Batı Dünyası karşısında yenilgiye uğrayarak dağıldığı bir dönem
olmuştur.
Yanısıra, Sünnî dünyayı, gelenekten gelen Ehl-i Sünnet
ekolünü temsil edecek hilâfet başta olmak üzere hemen hemen tüm kurumların bir
daha ayağa kalkmamak üzere, yüzyıldır, özellikle Türkiye Cumhuriyetinin eliyle
sekülerleşme/laikleşme adına tasfiye edilmiş olması, Türkiye’de Müslümanlığın
katı batıcı radikal reformlarla laik elit kesimlerce Müslümanlığın şehirlerden tümüyle
kovulmuş olması çok ciddi bir dini otorite ve temsil boşluğu oluşturmuştur.
Aynı, zamanda Arap ülkelerinde, önce İngiliz, Fransız manda yönetimleri,
ardından Mısır, Suriye ve Irak"ta sosyalizm soslu Seküler Arap
milliyetçiliğine dayalı Nâsırcı-askeri-baskıcı yönetimler bu üç ülkedeki dini
yapı/kurum ve otoriteleri, dini eğitim müesseselerini bir hayli zayıflatmıştır.
DAEŞ ve benzeri örgütlerin son yıllardaki eylemleri, Suriye
ve Irak’taki, Kürdistan’daki, Kürt Meselesinin geldiği noktadaki rolleri DAEŞ’in
İslâm dünyası içinde hangi emelleri gerçekleştirmek için oluşturulmuş olduğunu
ele vermektedir.
Esasen bu tür şiddet örgütlenmelerini, sadece/salt bölgesel
iç dinamiklere bağlamak safdillik olur. Bu tarz oluşumlarda, iç ve
tarihsel/toplumsal dinamiklerin yanısıra uluslararası büyük güç odaklarının,
gizli servislerin dahlinin olduğu yadsınamaz. Son yüz yıldır, tedhiş
hareketleri ve gerilla örgütlerinin büyük gizli servislerle bağlantıları ve
yönlendirilmeleri bilinmeyen bir husus değil. Bilakis on yıllardır artık
alışkın/âşina olduğumuz vak’alar.. Hatta ilkin ideolojik emeller/amaçlar ve
ideallerle yola çıkmış nice tedhişçi yapılanmaların sonradan nasıl
sipariş/servis edilen eylemleri gerçekleştirdikleri bilinmektedir. Bu
örgütlerden bazılarının, para vs. karşılığında çok farklı devletler, gizli
servisler için -taşeron firmalar gibi- gerçekleştirdiği fason eylemlerin çoğu uzun
zamandır açığa çıktı. Afrika ve Güney Amerika’daki bir kısım gerilla
örgütlerinin de ilginç finans bağlantıları zamanla ortaya çıkmıştı. Ruslar ve
KGB tarafından yetiştirilmiş olan "Çakal Carlos" kod adlı, Fernando
De Martinez, bir zaman sonra sipariş eylemler yapmaya yönelir. İran’dan Yasir
Arafat"a kadar devletler/liderler tarafından eylemler için kiralanır. Özellikle
Orta Doğu’daki bir kısım militan ve tedhişçi gruplar, uluslararası gizli
servislere ve güç odaklarına (devletler veya dev karteller) daha yakın
olagelmişlerdir.
Elbette ki, tedhiş hareketlerinin arkasında olan devletler
veya başka güç odakları; devşirdikleri ya da oluşturdukları bu tür grupları
daha çok, yeşermelerine zemini müsait olan ülke ve bölgeleri tercih ederler.
Afganistan gibi 1970’li yıllardan beri işgal ve savaşların hüküm sürdüğü
ülkelerde, Afrika gibi fakirliğin kol gezdiği kıt’alarda ve Orta Doğu gibi
siyasi/toplumsal fay hatlarının diri olduğu tarihi/merkezi bölgelerde zemini
daha elverişli buldukları bir gerçek. Özellikle, Hârici/Tekfirci geçmişten
gelen etkileri barındıran marjinal akideye mensup Katı Selefi ekolün, ya da
akidevi idraksizliğin, neşv ü nüma bulduğu yerlerde daha da mümbit bir alan
bulunmaktadır. DAEŞ/IŞİD’in çıkışında da tüm bu faktörler göz önüne
alınmalıdır. Petrol vs. enerji nakil/boru hatlarının en yoğun olduğu bu
coğrafyada bu tarz örgüt veya hareketlerin, hele ki Suriye ve Irak’ta bu kadar
geniş bir alanda etkin olmuş olan bir hareketin bu faktörlerden bağımsız olduğu
düşünülemez. Bilhassa, Kürt Meselesinin Orta Doğu’da ulaştığı nokta ve
diriltilen toplumsal fay hatları ve kaos ortamı bu kanıyı daha da
güçlendirmektedir.
Tüm bunların yanı sıra, uluslararası propaganda ağının
oluşturduğu atmosferin yönlendirmeleri bir anda bir devleti, din/inanç
mensuplarını, bir bölgeyi terör yatağı veya terörist olarak lanse edip, bu
yönde uluslararası kamuoyunu önemli ölçüde etkiler. Özellikle son 25 yılda,
Anglo-Saxon dünyanın İslâm’ı , İslâm âlemini, terör yatağı/terörist olarak
sunma/lanse etmeye yönelik her türlü araçla sürdürdüğü kara propaganda dünya
kamuoyunda, inandırdığı kesimler üzerinden, İslam ve Müslümanlar aleyhinde bir
kamplaşmayı doğurmuştur.
60’lı, 70’li yıllarda dünyanın dört bir yanında, şiddet ve
tedhiş hareketleri, gerilla örgütleri faaliyet gösterirken büyük oranda
terör/terörist muamelesi görmezken, bu konuda sömürgeciliğe, mandacılığa ve
türlü baskılara maruz kalmış İslâm dünyası 90’lı yılların başından itibaren
böyle bir suçlama ve tavırla karşı karşıya kalmıştır. İki kutuplu dünya
sisteminin, soğuk savaş döneminin sona ermesinin ardından yeni oluşturulan
tehdit algısıyla İslâm ve İslâm Dünyası birinci tehdit ve düşman olarak
belirlenmiştir. Rejimler ve bazı olaylar/eylemler zinciri bahane olarak
gösterilse de, Afganistan ve Irak işgalleri, enerji nakil hatları faktörünün
yanı sıra, bu algı/konsept zemini üzerinden gerçekleştirilmiştir. Oysaki, daha
önce de aynı baskıcı rejimler bu ülkelerde bulunmaktaydı. İran’la olan savaş
esnasında, Saddam rejiminin kimyasal gazlarla Müslüman Kürtlere gerçekleştirdiği
Halepçe katliamı, o savaşta Saddam rejimi Batı’nın müttefiki konumunda kabul
edildiğinden, müdahale veya işgal gerekçesi olmamıştı.
Son süreçte, DAEŞ/IŞİD, Boco Haram örgütü gibi marjinal
akideye dayalı Harici/Tekfirci yönelimli, uluslararası gizli servislerin
ürettiği şüphe götürmeyen, şirket gibi sipariş eylemler gerçekleştiren,
örgütlerin sergilediği İslâmi hiçbir temeli/gerekçesi olmayan, vahşete varan
şiddet eylemleri bahane gösterilerek, İslam dini ve Müslümanlar sürekli
"terör-terörist" suçlamasıyla sanık sandalyesine konularak ağır bir
propagandaya, suçlama/linç kampanyasına maruz bırakılmaya devam edilmektedir.
Yorumlar
Yorum Gönder