Türkiye, Ortadoğu ve İslamofobya-2 : Islamophobia, Haricilik/Tekfircilik Ve Paris/Viyana Saldırıları Arasında İslâm Dünyası

 




Türkiye, Ortadoğu ve İslamofobya-2

Islamophobia, Haricili/Tekfircilik Ve Paris/Viyana Saldırıları Arasında İslâm Dünyası


1988'den 2004'e kadar uzun süre ABD Kongresi Cumhuriyetçi Partinin ‘Task Force" Think Tank kuruluşunun direktörlüğünü yapan Yossef Bodansky, 1990’lı yıllarda yayınladığı raporlarda yükselen İslami hareketlerin, Judeo-Christian dünyayı/medeniyeti tehdit ettiğini belirtmişti. Ayrıca, Kuzey Avrupa’da artan Müslüman nüfusun, Güney’de kalan İslam Dünyası ile birlikte Avrupa’yı boğacak bir potansiyele erişebileceğini ifade ederek Avrupalıları bu konuda uyarmıştı. Bodansky’nin bu yöndeki iki raporunu 1993’te tercüme edip yayınlamıştım.

Yossef Bodansky ile ilgili bakınız:

https://en.wikipedia.org/wiki/Yossef_Bodansky

https://oilprice.com/contributors/Yossef-Bodansky

Sovyet/Doğu Bloğunun çözülmesi ve Soğuk Savaş döneminin sona ermesinin ardından, ABD/Batı Bloğu açısından tehdit konseptinde radikal bir değişim söz konusu oldu. Tehdit algısında Sovyet/Doğu Bloğunun yerine adeta  İslam Dünyası oturtuldu.

Afganistan’ın Sovyet işgalinde bulunduğu dönemde, Abdullah Azzam öncülüğünde savaşmaya giden Arap savaşçıların, Azzam’ın şehadetinin ardından bu gruplar üzerinde kontrolü sağlayan Üsame bin Ladin tarafından El-Kâide örgütüne dönüştürülüp farklı eylemlere girişmesi, bu yeni algı/konsept ile bütünleşen bir durum arz etti. Bu çerçevede Batı’da yükselen İslam tehdidi algısı ve terör suçlaması kısa zamanda yaygınlık kazandı. ABD ve Batılı ülkelerde yaşayan Müslüman topluluklar/göçmenler açısından eskiye nazaran daha zorlu bir dönemin başlangıcı oldu. Özellikle 11 Eylül saldırılarının ardından ABD ve Batıda yaşayan Müslümanların yaşam koşulları yakın tehdit algısı ve davranışı ile zorlaşır. Batılıların bu yeni tehdit algısı/konsepti, buralardaki Müslümanlar tarafından Islamophobia/İslam Korkusu olarak adlandırıldı.

Esasen, iki asrı aşkındır, Osmanlı Devletinin çöküşe geçmesiyle, İslam Dünyası tedricen yükselen Batılı devletlerin hegemonya/vesayetine girer. Uzun süren sömürge dönemleri dahi yaşanır. Hadise sadece bununla kalmaz, İslam dünyasının sömürgeleştirilen bölge/ülkelerinden işgücü teşkil edebilecek nüfus da Avrupa’ya taşınır. Fransa ve İngiltere bununla da kalmayarak savaşlarda sömürgelerden toplanan Müslüman askerleri cephelere sürer. Birinci Dünya savaşı bunun trajik tablolarıyla doludur. Fransa, Kuzey ve Batı Afrika’dan topladığı Müslüman askerleri Çanakkale başta olmak üzere cephelere sürer. İngiltere ise, aynı şekilde Hintli Müslüman askerleri istihdam eder.

Sömürgeleştirilen/mandalaştırılan İslam Dünyasının çeşitli bölgelerinde Avrupa’ya taşınan Müslümanlar cephede asker ve işgücü olarak kullanılmalarına karşın hep ikinci, üçüncü sınıf vatandaş muamelesine tabi tutulur. Adeta gettolar gibi varoşlara hapsedilip, subculture/alt kültüre ait suç işleme potansiyeli taşıyan grupların konumuna indirgenirler.

İslam Dünyası ise, birkaç asırdır yaşanan inkırazın sonucu olarak, düzen/intizamın bozulduğu müessese ve mekanizmalarının çökmesi ile karşı karşıya kalır. Hele ki, İslam âleminin son güçlü/büyük temsilcisi olan Osmanlı Devleti’nin müesseseleriyle birlikte tedricen çökmesi, Alem-i İslam’ı ve Ümmet’i her bakımdan başsız/sahipsiz bir konuma getirir. Hilâfet ve Şeyhülislamlık ve ulemâ başta olmak üzere dini kurumlar, medrese vs. eğitim müessesleri, vakıflar, tekkeler tümüyle tasfiye edilir. Özellikle, Modern Türkiye’nin kuruluşu ile gerçekleştirilen radikal reformlar/inkılaplarla bu kurumların tümü tasfiye edilip yasaklandı. Dini eğitim tümü ile yasaklandı. Mısır, Suriye, Irak gibi Osmanlı-İslam müesseselerinin uzantılarını barındıran ülkeler, ilk önce işgaller ve manda idarelerinde, sonra da acımasız-seküler askeri diktatörlükler eliyle bu müesseselerden yoksun hale getirildi. Bu süreçte, Gulât-ı Hanabile’den olan tekfirci-marjinal akide İslam Dünyasında yükselişe geçer. Zaman içinde yaşanan boşluğu doldurur, siyasi İslami hareketleri de etkiler. Bugünlere gelindiğinde siyasi İslami hareketler üzerinde neredeyse mutlak bir  Harici/İdeolojik Tekfirci bir hegemonya görülmektedir. İslam Dünyasının her yerinde, siyasi-İslami örgütlenmeler bir bir  Harici/Katı Selefi anlayışa/akideye teslim olmaktadır. Sünni Dünya’da yukarıda belirttiğim nedenlerden dolayı Ehl-i Sünneti temsil eden müesseselerin tümü ile çökmüş olması, ulema otoritesinin kaybolması sonucu, bu marjinal akide, Tekfirci/Harici anlayış, Ehl-i Sünnet’in yerini alıp, Sünni Dünya’yı adeta rehin almıştır. Ehl-i Sünnet/Sünnilik üzerinde bir Harici/Tekfirci, katı Selefi tekel oluşmuştur. Siyasi İslami hareketler üzerinde tam bir hakimiyet oluşturan bu marjinal akide ve anlayış, özünde barındırdığı Haricilik/Tekfircilikten gelen şiddet anlayışı ile, siyasi İslami hareketleri şiddet sarmalına sevk etmektedir. Soğuk Savaş döneminin şiddeti ve silahlı/kanlı devrimi öngören totaliter ideolojilerinin süregelen etkisi de buna eklenince daha vahim bir durum ortaya çıkmaktadır. Ayrıca, büyük ölçekli devletlerin uluslararası arenadaki rekabette, maniplasyonlarda bu tarz şiddet temelli örgütleri özellikle üretmesi veya taşeron olarak istihdamı, sorunu iyice içinden çıkılmaz hale getirmektedir. Sonuç olarak, Hz. Resul-i Ekrem’e (S.A.V) yönelik artış gösteren hakaret ve Paris, Viyana Saldırılarının; İslam Aleminin çöküşü sömürgecilik, İslam’ı tehdit olarak algılama, İslamofobya, komplo stratejileri ve taşeronluğa kadar uzanan bir ilişkiler ağı zemini söz konusudur. Asıl mesele, tüm bu ağır girdaplardan İslam Dünyasının/Orta Doğu'nun, Türkiye'nin, Kürtler, Türkler, Farslar ve Arapların bir çıkış yolu bulabilme imkanına sahip olabilmesi’dir. Bunu, Balkanlar'dan Mezopotamya ve Kuzey Afrika'ya, Hint Alt Kıt'asına kadar mümkün kılabilmesidir. Hamasetin yerini bilgece siyasetin alabilme imkanıdır.



Yorumlar

Popüler Yayınlar