DAEŞ, İslam Ve Şiddet-2

 





DAEŞ, İslam Ve Şiddet-2



Soğuk savaş döneminde ideolojik şiddet anlayışının özendirildiği ortam ve atmosfer dünyada kasırga gibi eserek etkisini sürdürdü. Orta ve Güney Amerika başta olmak üzere, dünyanın dört bir yanında sökün eden gerilla hareketleri, militan sol örgütler birer idol gibi sunuldu. Buna paralel, Che Quera, "Çakal" kod adlı Fernando De Ramirez gibi kişilikler ideolojik şiddetin sembolleri olarak ön plana çıktı. Türkiye"de de eş zamanlı olarak Marxist sol örgütler ve eylemleri de söz konusu oldu. Mahir Çayan, Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan, Ömer Ayna, Ulaş Bardakçı, İbrahim Kaypakkaya gibi sol eylemciler sembolleşti.

50'li, 60'lı yıllarda, ideolojiden ve ideolojik şiddet/eylem biçimlerinden uzak durmuş olan dini/İslami grup ve cemaatler, bu ortamda, uzlaşmacı, emperyalizme, baskıcı yönetimlere itirazı olmayan kesimler olarak suçlanıp, aşağılandı. Zaman içinde, dini grup/cemaatlere yönelik bu yöndeki itiraz ve eleştiriler içeriden gelmeye başladı. Bunları pasifist/uzlaşmacı olarak niteleyen, eylemi ön plana alan gruplar oluşup ayrıştı. Asıl olarak, 19. ve 20. yüzyıl başlarında Batılı sömürgecilik ve işgallere karşı en fazla İslam dünyasında direniş söz konusu olmuştu. Bu direniş hareketlerinin hemen hemen tümü dini temellere dayanmaktaydı. Hatta bunlar arasında Sufî meşrepli olanlar başı çekiyordu. Ancak 20. yüzyılda artık hemen hemen tüm İslam ülkeleri/coğrafyası ya sömürgeleştirilmiş ya da işgallere uğramıştı. Dini grup ve cemaatler ise çok fazla darbe alıp yorgun/bitâb düşmüşlerdi. II. Dünya Harbi sonuna gelindiğinde başlarını kaldıracak halleri kalmamıştı. Tam da bu dönemlerde, iki kutuplu dünya sisteminin ortaya çıkması ile Batı Blokuna karşı Sovyetlerin önderliğinde yükselen Doğu Bloku, dünyadaki Batıya muhalif hareketleri şemsiyesi altına alıp devşirdi. Emin El-Hüseyni, İzzeddin El-Kassâm gibi dini önder ve şahsiyetleri kurduğu Filistin direniş hareketi, 60"lı yıllardan itibaren Marxist solun etkisine girdi. Aktif siyasi hayatına Müslüman Kardeşler hareketinde başlayan Yasir Arafat bile bu yıllarda, sol jargonu benimseyerek, örgütünü sola yönlendirmişti/kaydırmıştı. Hatta, Türkiye başta olmak üzere birçok ülkeden Filistin'e savaşmaya giden sol militanlar Arafat'ın örgütünün bünyesinde yer almışlardı. Bu akımlar ve etkisi, Filistin hareketi ile sınırlı kalmamış, Filipinlerin Mindanao adasındaki Müslüman azınlığın direniş hareketi, Batı Sahra'da (Taneẓroft Tutrimt) İspanyol sömürgeciliğine karşı mücadele eden Polisario örgütüne de sirayet etmişti. (Zengin fosfat yataklarıyla ünlü Atlas Okyanusu sahilindeki Batı Sahra 1976'ya kadar İspanyol sömürgesiydi. İspanya buradan çekildikten sonra, Batı Sahra'ın 3/2'si Fas/Mağrip tarafından ilhak edilir. Diğer 3/1'lik bölümünde ise halen Polisario örgütü tarafından yönetilmekte, Fas ülkenin tümünde hak iddia edip, Polisario ile çatışmalar şimdilerde de devam etmektedir) .

Bu etki bununla da kalmayarak, İran İslam İnkılabı/Devrimi sürecinde de kendini göstermişti, o tarihe değin, devrimlerin sadece Marxist zeminde olacağı tezi/teorisi neredeyse bir nass gibi algılanıp, dile getirilmekteydi. İran'da halk ayaklanmasına dayalı devrimin diyalektik materyalizm değil de Din/İslâm zemini üzerinden gerçekleştirilmiş olması bu prensibi savunanları şaşkınlığa sevk ettiği gibi İslami kesimlerde "bakın, biz de şiddete dayalı halk devrimi yapabiliyoruz" şeklinde öykünme zemininden bir nisbetleşme söylemi sergileniyordu. Hatta İslâm'ın hadd-i zâtında İnkılâbi/Devrimci bir Din olduğu ve bunun Din'in siyasetinde mündemiç olduğu tezleri açıkça dile getiriliyordu. 70"li ve 80"li yıllarda, bu atmosferin ağır etkisi tüm İslam Dünyasında ve İslami temelli sosyal/siyasal hareketlerde gözlemlendi.

90'lı yıllara gelindiğinde ise, iki kutuplu dünya sistemi doğu/Sovyet blokunun dağılması ile çöktü, Soğuk Savaş dönemi sona erdi. Gerilla hareketleri büyük ölçüde dağıldı. Bunun yanı sıra bir yandan İran devrimi ve ardından Afganistan'ın Sovyetlerce işgali ve buna karşı yürütülen direniş kampanyası, diğer yandan dünyanın çeşitli yerlerinde İslami örgütlenme ve direniş hareketlerinin yükselişe geçmesi, İslam âleminde silahlı hareketlerin çoğalmasına yol açtı.80'lii yıllarda Afganistan'da Arap ülkelerinden gelen direniş gruplarının bir bölümünden oluşan, El-Kâide grubunun Abdullah Azzam'ın şehadetini müteakiben Yemen asıllı Suûdîli Üsame bin Ladin ve Mısırlı Tekfirci Eymen Ez-Zevâhirî'nin kontrolüne/denetimine geçmesi farklı bir zeminin ortaya çıkmasına yol açtı. Bir zamanlar Sovyetlere karşı ABD'nin desteğine sahip Afganistan direnişinin ortaya çıkardığı bu örgütlenme, kısa zamanda ABD tarafından terörist ilan edilip, uluslar-arası çapta bir El-Kâide örgütü ve algısının yer etmesini sağladı. El-Kâide üzerinden yeni bir terör/düşman tanımı devreye sokulduğu gibi, bu zemin üzerinden İslâm'ın terörle anılıp algılatılması, ötekileştirilmesi söz konusu oldu. El-Kâide üzerinden gerçekleştirilen çeşitli eylemlerle bu algı pekiştirilip, yaygınlaştırıldı. 1990'lı yıllardan başlayarak bu algı o derece yaygınlaştırılır ki, bir zamanlar İslâm'ı, Müslümanları emperyalizm ile uzlaşan, devrimci olmamakla, pasifist olmakla suçlayan sol/Marxist çevreler de İslâm'ı ve Müslümanları terör ile özdeşleştirip suçlama yönüne gittiler. Özellikle, Türkiye'de bu daha da bariz bir şekilde kendini gösterdi. 90'lı yıllarda, Kemalizm'i yeniden keşfeden eski militan/eylemci Sol/Marxist çevrelerin önemli bir kesimi yeni düşman olarak İslâm'ı ve Müslümanları hedef alıp, terör kapsamında değerlendirerek, tanımladılar. Hatta bunlar arasında, 60"lı yılların sonları ile 70"li yılların başlarında Filistin'e gidip, İsrail'e karşı Filistin gerilla örgütleri saflarında bizzat savaşanlar da bulunuyordu.

Son dönemlerde İslâm dünyasına, Müslümanlara yönelik terörist suçlaması öyle bir düzeye geldi ki, işgal ya da saldırılara karşı direniş örgütlenmeleri ve hareketleri de aynı kapsamda yüksek dozda suçlanmaktadır. Bunun en önemli örneği Filistin'de İsrail işgal ve saldırılarına karşı direnen gruplara yönelik artan suçlamalardır. Özellikle Gazze'de etkin olan Hamas, uzun zamandır terör suçlamasına, terörist muamelesine muhatap olmaktadır. İsrail'in güç orantısızlığına rağmen, sık sık gerçekleştirdiği saldırılara rağmen uluslararası büyük güç odakları ve büyük devletlerin çoğunca terörist muamelesine tabi tutulmaktadır. İsrail saldırılarının yoğun bir şekilde cereyan ettiği, insanların hayatlarını kaybetmeye devam ettiği kaybettiği şu günlerde de, aynı tutum ve suçlamalar daha yoğun bir şekilde sürdürülmektedir. Kudüs'ün İsrail'in başkenti olması statüsünün geçtiğimiz yıllarda ABD başkanı tarafından bizzat onaylanması, ardından "Yüzyılın Anlaşması" projesi,  bu suçlamaların dozunun daha da artmasına neden oldu. Özellikle, Türkiye'de eski devrimci militan sol/Marxist çevreler bu koroda başı çekmektedir.

Devam Edecek

Yorumlar

Popüler Yayınlar