Ehl-i Beyt, Ümmet Ve Tasavvuf









Ehl-i Beyt, Ümmet Ve Tasavvuf

Müfid Yüksel

(İlk Olarak Rıhle Mecmuâsının Ocak-Mart 2014 Tarihli, 17. Sayısında Yayınlanmıştır.

Hz. Resul-i Ekrem’in (S.A.V) Ehl-i Beyt’inin tarihimiz boyunca konumuna ilişkin tartışmalar, Hulefâ-yı Râşidîn devrinde başlayan siyasi hadiseler ve acı hatıralar dolayısıyle eksik olmamıştır.

Esasen, Hz. Osman’ın (r.a) şehadeti ile başlayan elîm hadiseler zinciri, Kerbelâ faciası ile zirveye çıkar. Emeviler devrinde, Ehl-i Beyt-i Resul mensuplarına yönelik zulüm ve baskılar tüm bir İslâm tarihini bugüne değin olumsuz yönde etkilemiştir.

Hz. Ömer (r.a) Ebu Lu'lu tarafından şehid edildiğinde; vefat etmeden evvel mecruh  halde iken 6 kişilik bir şurânın teşkilini vasiyyet eder. Şura; Hz. Ali (r.a),Hz. Osman Bin Affân (r.a), Zübeyr Bin Avâm (r.a), Talha Bin Ubeydullah (r.a), Sa'd Bin Ebi Vakkâs (r.a), Abdurrahman Bin Avf (r.a)' dan oluşmakta idi. Hepsi o dönemde gerçekten ümmetin büyükleriydi. Bu şuranın müzakereleri sonucunda Hz. Osman (r.a), Abdurrahman Bin Avf'ın (r.a) tensibi ile halife seçlir, kendisine bey'at edilir. Hz. Osman'ın (r.a) ilk altı yılında ümmetin umûru/işleri Hz. Ömer (r.a) devrindeki gibi büyük oranda pürüzsüz sürdürülür. Daha sonra ise Hz. Osman'ın (r.a) akrabaları olan bir kısım Emevilerin -Mervan bin Hakem gibi- devlet işlerine müdahaleleriyle düzen bozulur. Şurayı teşkil eden altı büyük sahabinin aralarına ise ciddi ihtilaf girer. Durumu fırsat bilen bir kısım Emeviler ve Hâriciler fitneyi uyandırıp daha da ateşlerler. Ardından Hz. Osmân'ın (r.a) hunharca şehid edilmesi ve takiben gelişen hadiseler, hususiyetle Hz.Talha (r.a) ve Hz. Zübeyr (r.a) 'in şehadetleri ile neticelenen, ümmeti dilhûn eden Cemel Vak'ası, Ümmet-i Muhammed (S.A.V) içinde dirlik ve düzenin maalesef alt üst olmasına yol açar. Ümmetin büyükleri olan altı büyük sahabinin kan akacak  şekilde  ihtilafa düşmesinin sonuçları,İslam alemine zulüm, kan ve ateş getiren, asırlar boyu geleceğini olumsuz yönde ipotek altına alan  Yezid, Ubeydullah Bin Ziyâd ve Mervân Bin Hakem gibi Emevi haydut ve çetelerinin önünü ardına kadar açar.




Maalesef Ümmet ,o dönemde, Hz. Peygamber'in (S.A.V) sevgili dâmâdı, Hulefâ-yı Râşidîn'den Hz. Osman-ı  Zi'n-Nureyn (r.a) 'in âsiler tartafından şehid edilmesini önlemek bir yana bilakis fırsat vererek onun siyanet ve hürmetini tutmamıştır. Aynı şekilde, bu ümmet, Hulefâ-yı Râşidîn'den, dâmad-ı  Hz. Risâletpenâhî, Ehl-i Beyt’in serdarı  Hz. İmam  Ali (r.a, k.v) Efendimiz'i Hâricî haşerelerine âdeta teslim edip, şehîd edilmesine mani olmamıştır. Yine, Hz. Resul-i Ekrem (S.A.V) 'in ciğerpâreleri mübârek torunu Ehl-i Beyt'in serdarı Hz. İmam Hüseyin Efendimiz (r.a)'i ve aile efradını da Yezid ve Ubeydullah İbn Ziyâd'ın Emevî çete ve haydutlarına karşı da siyanet edip korumamış, Hz. Peygamber'in (S.A.V) hürmetini dahi tutmamışlardır. Hz. Hüseyin'i (r.a) Kufe'ye çağıran Kufeliler o yüce zata ihanet edip, Yezid'in Ubeydullah bin Ziyâd ve Ömer bin Saad idaresinde gönderdiği ordunun yanında yer almış, bir takım menfaat düşkünü, haris, makam peşinde koşan bazı kimseler de buna hizmet etmiştir. Ömer Bin Sa'd; Sa'd Bin Ebî Vakkâs (r.a) gibi değerli, büyük bir sahabînin oğlu olmasına rağmen, sırf dünyevi makâm hevesi ve menfaat için Yezîd'in yanında yer alarak Hz. İmam Hüseyin (r.a) ve aile efrâdı gibi Ehl-i Beyt'in güzîde fertlerinin acı bir şekilde şehadetine sebep olur. Ömer Bin Sa'd'ın, Hz.İmam  Hüseyin'e (r.a) hitaben yazdığı, Yezid'e medhiye ve müdahane ile dolu mektubu okunduğunda bu vahîm durum daha da iyi anlaşılır. (Bu mektup ve cevâbı için bakınız. Feridun Ahmed Bey, Münşeâtu's-Salâtîn, Cilt.1. Shf. 47, Takvîmhâne-i Âmire, İstanbul, 1266)

İmam Ebu Hamid Muhammed El-Gazzâlî, ' Ed-Durretu'l-Fâhire Fi Keşfi Ulûmi'l-Âhire' adlı eserinde şöyle bir rivâyet nakleder:

“Hz. Resul-i Ekrem (S.A.V) için,  üç âlemde tavâf etme ihtiyarı vardır.( Alem-i Nâsût, Alem-i Melekût, Alem-i Ceberut.) Bu irâdeden dolayı,  Hz. Peygamber (S.A.V) tenbih ve işâret için şöyle buyurur: “ Allah u Taâla’nın beni  üçten ziyâde yeryüzünde durdurmamasını kereminden  rica ederim.” Gerçekten de üç aşerât (Üç On) olduğunda, Hz. Hüseyin otuzuncu senenin başında  şehid edildiğinde, (Hz. Peygamber) yeryüzü halkına gazaplanıp, Semâ’ya oruc eder.  Salihler den biri rüyâda, Hz. Resul-i Ekrem (S.A.V)'i müşahede eder ve der: 'Yâ Resulallah anam babam yoluna fedâ olsun, ümmetin fitnelerini görmüyor musunuz? Hz. Peygamber de (S.A.V) : 'Allah fitnelerini ziyade etsin. Hz. Hüseyin'i katlettiler, şehîd ettiler. Bunda benim hürmetimi muhafaza etmediler' buyurur. Bunda başka sözler de söylenmiş. Ancak, diğerlerinde râvi şüpheye düştüğünden burada ifade edilmedi.” (İmam, Ebu Hâmid El-Gazzâlî, Ed-Durretu’l-Fâhire Fi Keşfi Ulûmi’l-Ahire, Mecmuâtu Resâili’l-İmâm El-Gazzâlî içinde, Shf.558, Tahkik: İbrahim Einin Muhammed, El-Mektebetu’t-Tevfikiyye, Kahire)






Hz. İmam Hüseyin (r.a) için yazdığım Farsça beyit:

من چه گويم در وصف آن سيّد اهل دلان
رويم نهادم بر عتبۀ عليای شاه شهيدان
مفيد


Tercüme: Gönül Ehlinin efendisinin vasfı hakkında daha ne diyebilirim. Yüzümü koyup süreyim Şâh-ı Şehidanın yüce eşiğine




Hz. Peygamber'in (S.A.V) ahfâdı, Ehl-i beyt'i; Emeviler döneminde, Kerbelâ faciası/katliâmı başta olmak üzere (Ömer Bin Abdülazîz devri hariç) çok büyük baskı ve zulümlere maruz kalırlar. Abbasiler devrinde de zaman zaman baskılara, zulme maruz kalırlar.

Hz. Ali’nin (r.a) şehâdeti akabinde Ehl-i Beyt’in Emeviler eliyle uğradığı zulümler, Kerbelâ Faciası/katliâmı ve bunu takip eden hadiseler, Ehl-i Beyt  davası üzerinden birçok farklı fırka ve mezhebin oluşmasına neden olduğu gibi, tarih boyunca istismarı ve akidevi bir kısım sapmaları da maalesef beraberinde getirir. Muhtâr Es-Sakafî’nin Keysâniye fırkası gibi dinin temel akidesinden tümü ile sapan fırkalar da ortaya çıkar. Sebe’iyye, Muğiriyye, Gurâbiyye, Karâmite, İsmailiyye gibi birçok fırka bunu takip eder. Bir yandan Ehl-i Beyt’e yönelik, Emevi-Mervânî hükümdarlarının ve Haccac bin Yusuf gibi zâlim valilerinin zulüm ve baskıları, diğer yandan bu tür Ehl-i Beyt’e nisbet iddiası ile ortaya çıkan Din’in temellerinden sapan bir kısım gulât fırkalar bu uçurumu derinleştirir.  Zaman içersinde bu tür fırkaların da çoğalması ile; Ehl-i Beyt mensuplarına karşı reva görülen zulümlere yönelik tepkiler bir kısım müfrit fırkalarca, Emeviler’den önceki dönemleri de kapsayacak şekilde genişletilir. Hz. Ebubekir (r.a) ve Hz. Ömer (r.a)  de bu tepkinin hedefine konur. Burada, Ehl-i Beyt üzerinden derin bir inanç/akide ayrışması sonucu doğar. Zaman içinde Karmatilik, İsmâililik  gibi Bâtınî fırkaların ön plana çıkması ile bu ayrılık kalıcı hale gelir.Bu fırkaların, İmamet-Hilâfet meselesinde, Emevi zulümlerine duyulan tepkinin çok ötesine geçerek, temel akidevi bir davaya dönüştürüp, Sebbu’ş-Şeyheyn (Hz. Ebubekir (r.a) ve Hz. Ömer’e (r.a)-haşa-  sövülmesi ) yoluna gidilmesi “Râfızî” olarak nitelendirilen fırkaların ortaya çıkmasına neden olur.( Bu konularda bkz.Ebu’l-Feth  Muhammed bin  Abdülkerîm Eş-Şehristânî, El-Milel Ve’n-Nihal, Tahkik: Emir Ali Mehna-Ali Hasen Fâur, Dâru’l-Mârife, Beyrut, 1993; Ebu Nuaym El-Isfahânî, Kitâbu’l-İmameti Ve’r-Raddu Ala’r-Rafida, Mektebetu’l-Ulûm Ve’l-Hikem, El-Medinetu’l-Munevvere, 1987; Muhammed bin Mâlik bin Ebi’l-Fazâil El-Hammâdî El-Yemânî, Keşfu Esrâri’l-Bâtıniyye Ve Ahbâri’l-Karâmite , mukaddime: M. Zahid El-Kevserî, El-Mektebetu’l-Ezheriyye, Kahire, 2006; M. Ebu Zehre, El-İmâm Zeyd, Hayâtuhu Ve asruhu; Arâuhu Ve Fikhuhu, Dâru’l-Fikri’l-Arabî,İmam Ebu Hâmid Muhammed El-Gazzâlî, fezâyihu’l-Bâtıniyye, Tahkik: Abdurrahman El-Bedevî, Dâru’l-Kavmiyye, Kahire, 1964)



Oysaki, Hasan-ı Basri, Said bin Cübeyr, Said bin Müseyyeb, Süfyan-ı Sevri ile başlayıp, Dört mezhep imamı ile iyice şekillenen Ehl-i Sünnet ekolü/yolu, hiçbir şekilde Ehl-i Beyt’in kendisi ile ters düşen bir zeminden doğmadı ve hareket etmedi. Adı geçen şahısların ve mezhep imamlarının gerek Emeviler gerekse Abbasiler dönemlerinde maruz kaldıkları zulüm, eziyet ve sıkıntılar göz önüne alındığında bu daha açık bir şekilde müşahede olunacaktır. İmam-ı A’zam ve İmam-ı Şafiî’nin Hz.  İmam Cafer Es-Sâdık (r.a) başta olmak üzere Ehl-i Beyt mensupları ile yakın alakaları da bunu göstermektedir.
Ancak, zaman ile Ehl-i Beyt’e nisbet edilen bir çok fırkanın (Şeyheyne Sövme Anlamında) Rafızilik ve Bâtıniliğe ,Şeriatın temel prensiplerini redd ve inkâra yönelmesi,  Ehl-i Sünnet mezhepleri ile bu fırkaların birbiri ile uyuşmasını imkansız hale getirmiştir. Aksi takdirde, Ehl-i sünnet mezhep ve meşreplerinin Emevilere taraftar olmaları ya da, onların Ehl-i Beyt mensuplarına yönelik acımasız zulüm ve baskılarını onaylamak gibi bir durum asla sözkonusu olamaz. Şia  grupları arasında, Rafz’a varan İmâmet  akidesinin ve Bâtıniliğin gelişip yayılması bu farklılaşma ve ayrışmanın temelini teşkil etmiştir. Bir kısım Gulât-ı Şia fırkalarında Hz. İmam-ı Ali’nin (K.V) nübüvveti ve ve Ulûhiyyetine vardırılan akideler görülmüştür. Bunlardan Gurâbiye fırkası Hz. İmam-ı  Ali’nin (K.V) nübüvvetine kâil olmuşlardır. İmâmiye içinden çıkan bir kısım Gulât ise Kurân-ı Kerîm’in (haşa) tahrif ve tağyîr  edildiği iddiasını öne sürüp,  Velâyet Suresi diye bir Sure ilave etmeye çalışmışlardır. Hatta bu konuda, Hüseyin bin Muhammed Takî En-Nurî Et-Tabersî adında biri, “Faslu’l-Hitâb Fi Tahrîfi Kitâbi Rabbi’l-Ebrâr” adlı bir eseri H.1292 tarihinde kaleme alıp, 1298’de neşreder. 241 Sahifelik bu eser baştan aşağı bu konudaki iddiaları içeren tezvirat ve hezeyan ile doludur.(Matbu Nüshası İçin Bakınız. archive.org.)

Gerek İsmailiyye, gerekse İmamiye fırkasının akidevi temellerini teşkil eden İmamet Meselesi bu konuda temel farklılaşmayı belirlemiştir. Gadr humm hadisesinin, Hz. Resul-i Ekrem’in kendisinin akabinde, Nassa dayalı olarak İmam tayini olduğunu ileri süren İmamiye, bunu temel akidesi olarak belirlemiştir. Ehl-i Sünnet mezheplerine göreyse, Hilâfet ve İmâmet meselesi akideye ve Nassa  taalluk eden bir husus olmayıp, Ümmetin maslahat ve icmâına bırakılmış İctihadidir. Dolayısıyle, Hz. Ebubekir’in (r.a) hilâfeti dahi, Nassa ve akideye dayanan bir husus olmayıp, Hz. Resul-i Ekrem’in (S.A.V) Rahmet-i İlâhiyye’ye intikâli  akabinde, Ashab’ın ve Ümmetin büyüklerinin İcmâ ve bey’atı ile sabit olmuştur. Hatta, Hz. Fâtima (r.ah) Vâlidemizin ve Sa’d bin Ubâde (r.a)  başta olmak bir kısım Ensâr’ın bey’at etmemesi dolayısıyle, temel  Ehl-i Sünnet kaynaklarının hiçbirinde bu konuda bir söz söylenmez. Ehl-i Sünnet’e göre, Nass ve Teşrî’de esas olan Kitâb Ve Sünnettir. Allah (C.C) Ve Resul’üdür. Nassın temeli bu kaynaklardır. Hz. Peygamber’in (S.A.V) vefatı ile Din Kemale ermiş ve tamamlanmıştır. Hz. Resul-i Ekrem’den (S.A.V) sonra, Nass ve Hüküm koyucu yoktur. İmamiye Şiasına göre ise, Nübüvvetten sonra İmamet olup Nass ile sabittir. İmamiye Şiasına göre, Nass ile Sabit olan İmamlar Hz. Peygamber  (S.A.V) gibi İsmet sıfatına sahip olup, Nass’ı belirlerler.Ve Şâri’dirler.  Onların imâmeti Din’in akidesine taalluk eder. Ve Din’i onlar kemâle erdirip tamamlar. İsna Aşeriyye’ye göre, son İmam 12. Gâib İmam İmam Mehdi olup, ahir zamanda tekrar gaybubet halinden zuhur edip, Din’i tamamlayacaktır.

Bunun dışında, Ehl-i Sünnet mezhepleri ve mensupları Ehl-i Beyt-i Resul (r.ahm) hususunda hürmet, mahabbet ve siyâneti esas alır. Daha, İmam Eş-Şâfiî’nin Ehl-i Beyt mensuplarına mahabbet  ile alakalı meşhur sözü, Hz. Resul-i Ekrem’in (r.a) neslinden gelenlere olan mahabbet ve hürmetin esasını teşkil eden sözlerdendir.

Bunun yanı sıra, Ehl-i Beyt’in tasavvuf ekolleri , tarikatlar açısından temel teşkil eden mevkileri de önemli bir husustur. Tarikat silsilelerinin, birkaçı hariç, silsile olarak Hz. Ali (K.V) ve İmam Cafer Es-Sâdık, İmam Musa El-Kâzım ve İmam Ali Er-Rızâ gibi Ehl-i bey İmamlarına dayanması, Tasavvuf ve maneviyat aleminin serçeşmeleri olmalarını getirmiştir.

Hz. Resul-i Ekrem (S.A.V) zamanında Medine-i Münevvere’de Mescid-i Nebevi’de, günümüzde Haz. Resul-i Ekrem’in (S.A.V) türbe-i Şerifelerinin kuzey tarafına gelen kısmında orada direk Nebevî terbiye ve tahsil-i feyz-i Nebevi ile meşgul  ashâbın kimsesiz ve fukarasına mahsus sofa bulunmaktaydı . bundan dolayı bunlara Ashâb-ı Suffa denmiştir. Bu kutlu ve nurlu mekân Hz. Ömer (r.a) devrine kadar hayatiyetini sürdürmüş, bu devirde ise artık çok genişlemiş olan İslam memleketinde ihtiyaç hâsıl olmadığı kanaatine varıldığından devam ettirilmemiştir. Ancak, sonraki asırlarda bu mekan İslâm âleminde iki önemli temel müsessenin teşekkülüne kaynaklık edip, esas teşkil etmiştir. Medreseler ve Tekkeler. Bu her iki müesese de, esasını ve kaynağını Ashâb-ı Suffa’ya dayandırmıştır.

İslâm tarihinde, Ashâb-ı Suffa’nın ardından, Hasan-ı Basri, Habib El-Acemî, Davud et-Tâî, Süleyman Ed-Darânî,Hz.  İmam Cafer Es-Sâdık, Hz. İmam Ali Er-Rıza, Ma’ruf-i Kerhî, Ebu Haşim Es-Sufî, Fudayl bin İyâz,Bayezid-i Bistâmî,Ebu Hâşim Es-Sufî,  seriyi Es-Sakatî, Cüneyd El-Bağdâdî gibi öncü mutasavvıflar çıkmıştır.Bunlar da daha  ziyade Emeviler ve Abbasiler devrinin siyasi çalkantıları ve baskıları karşısında, uzlete çekilip, kendini zühd , takva, ibadet ve mârifetullah hayatına hasreden şahsiyet ve gruplardan neş’et etmiştir. Bu cihetten, Ehl-i beyt’e yakın durup onların terbiyesi ile yetişmişlerdir. Dahası, Ehl-i Beyt’in büyükleri ile kader birliği etmişlerdir. Bu durum da Ehl-i Beyt –i Resul  yolunun aslında kesinlikle Rafızilik ve Batınîlik olmadığını gösteren en önemli nişanelerdir. Tasavvufun  ve tarikatların temel kaynaklarına bakıldığında daha bariz bir surette görülecektir. 

Abdurrahman Es-Sülem’inin Kitâbu’l-Fütüvve’si, İmam Abdülkerîm El-Kuşeyrî’nin Risâlesi, Kelâbâzî’nin Taarrufu,  Serrâc’ın Luma’I, Ali Bin Osman El-Cullâbî El-Hucvîrî’nin(Dâta Genc-Bahş) Keşfu’l-Mahcub’u, Hâce Muhammed Parsâ’nın Faslu’l-Hitâb’ı  temel kaynaklar olarak, göz önüne alındığında, Ehl-i Beyt, Tasavvuf ilişkisi detayları ile görülebilecektir. (Bu konuda Bakınız: Abdurrahman Es-Sülemi, Kitâbu’l-Fütuvve, Tahkik Ve Tercüme Dr. Süleyman ateş, Ankara Üniv. İlahiyat Fak. Yayınları, Ankara, 1977; Ebu’l-Kâsım Abdülkerîm El-Kuşeyrî, Er-Risâletu’l-Kuşeyriyye Fi İlmi’t-Tasavvuf, Tahkik: Mâruf Zerrîk-Ali Abdülhamîd Baltacî, Dâru’l-Cîl, Beyrut, 1990; Ebu Nasr Abdullah bin Ali Es-Serrâc Et-Tûsî, El-Luma’ Fi’t-Tasavvuf, Tahkik: Dr. Abdülhalîm Mahmud- Taha Abdülbâkî Surûr, Dâru’l-Kurubi’l-Hadîse, Kahire, 1960; Ali bin Osman El-Cullâbî El-Hucvîrî, Kitâbu Keşfi’l-Mahcûb, Tâlik Ve Arapça Tercüme : Dr. İs’âd Abdülhâdî Kandil-Dr. Emin Abdülmecîd Bedevi, Mektebet’ul_iskenderiyye, Mısır, 1974; Ebubekr Muhammed bin İshak El-Kelâbâzî (Gülâbâdî), At-Taarruf Li Mezhebi Ehli’t-Tasavvuf, Talik: Ahmed Şemseddin, Dâru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut, 1993; Abdurrahman bin Ali bin El-Cevzî, Menâkibu Mâfuf El-Kerhî Ve Ahbâruhu, Tahkik: Dr. Abdullah El-Cebbûrî, Dâru’l-Kitâbi’l-Arabî, Beyrut, 1985;Hâce Muhammed Parsâ, Faslu’l-Hitâb, Farsça Yazma, Kütübhâne-i Meclis-i Milli-yi İran, No: 3238)

Nitekim Ehl-i Beyt’in Manevi terbiyedeki temel konumuna ilişkin Bediüzzaman Said En-Nursî Hazretleri, Mektubât’da şunları ifade eder:
“Eğer desen: "Hilâfet-i İslâmiye noktasında İmam-ı Ali’nin fevkalâde iktidarı, harikulâde zekâsı ve yüksek liyakatiyle beraber, seleflerine nisbeten muvaffakiyetsizliği nedendir?"  Elcevap: O mübarek zat, siyaset ve saltanattan ziyade, daha çok mühim başka vazifelere lâyıktı. Eğer tam muvaffakiyet-i siyasiye ve tamam saltanat olsaydı, Şâh-ı Velâyet ünvan-ı mânidârını bihakkın kazanamayacaktı. Halbuki, zâhirî ve siyasî hilâfetin pek çok fevkinde mânevî bir saltanat kazandı ve üstad-ı küll hükmüne geçti, hattâ kıyamete kadar saltanat-ı mânevîsi bâki kaldı.

Amma Hazret-i İmam-ı Ali’nin Vak’a-i Sıffin’de Hazret-i Muaviye’nin taraftarlarıyla muharebesi ise, hilâfet ve saltanatın muharebesidir. Yani, Hazret-i İmam-ı Ali, ahkâm-ı dini ve hakaik-i İslâmiyeyi ve âhireti esas tutup, saltanatın bir kısım kanunlarını ve siyasetin merhametsiz mukteziyatlarını onlara feda ediyordu. Hazret-i Muaviye ve taraftarları ise, hayat-ı içtimaiye-i İslâmiyeyi saltanat siyasetleriyle takviye etmek için azimeti bırakıp ruhsatı iltizam ettiler, siyaset âleminde kendilerini mecbur zannedip ruhsatı tercih ettiler, hataya düştüler.  Amma Hazret-i Hasan ve Hüseyin’in Emevîlere karşı mücadeleleri ise, din ile milliyet muharebesi idi. Yani, Emevîler, devlet-i İslâmiyeyi Arap milliyeti üzerine istinad ettirip, rabıta-i İslâmiyeti rabıta-i milliyetten geri bıraktıklarından, iki cihetle zarar verdiler.  Birisi: Milel-i saireyi rencide ederek tevhiş ettiler.  Diğeri: Unsuriyet ve milliyet esasları, adaleti ve hakkı takip etmediğinden, zulmeder, adalet üzerine gitmez. Çünkü, unsuriyetperver bir hâkim, millettaşını tercih eder, adalet edemez.

 ferman-ı katîsiyle, rabıta-i diniye yerine rabıta-i milliye ikame edilmez. Edilse adalet edilmez, hakkaniyet gider.  İşte, Hazret-i Hüseyin, rabıta-i diniyeyi esas tutup, muhik olarak onlara karşı mücadele etmiş, tâ makam-ı şehadeti ihraz etmiş.  Eğer denilse: "Bu kadar haklı ve hakikatli olduğu halde neden muvaffak olmadı? Hem neden kader-i İlâhî ve rahmet-i İlâhiye onların feci bir âkıbete uğramasına müsaade etmiş?"  Elcevap: Hazret-i Hüseyin’in yakın taraftarları değil, fakat cemaatine iltihak eden sair milletlerde, yaralanmış gurur-u milliyeleri cihetiyle, Arap milletine karşı bir fikr-i intikam bulunması, Hazret-i Hüseyin ve taraftarlarının sâfi ve parlak mesleklerine halel verip mağlûbiyetlerine sebep olmuş.  Amma kader nokta-i nazarında feci âkıbetin hikmeti ise:  Hasan ve Hüseyin ve onların hanedanları ve nesilleri, mânevî bir saltanata namzet idiler. Dünya saltanatı ile mânevî saltanatın cem’i gayet müşküldür. Onun için onları dünyadan küstürdü, dünyanın çirkin yüzünü gösterdi-tâ, kalben dünyaya karşı alâkaları kalmasın.

onların elleri muvakkat ve surî bir saltanattan çekildi; fakat parlak ve daimî bir saltanat-ı mâneviyeye tayin edildiler. Âdi valiler yerine, evliya aktablarına merci oldular.  Üçüncü Sual iniz: "O mübarek zatların başına gelen o feci, gaddârâne muamelenin hikmeti nedir?" diyorsunuz.  Elcevap: Sabıkan beyan ettiğimiz gibi, Hazret-i Hüseyin’in muarızları olan Emevîler saltanatında, merhametsiz gadre sebebiyet verecek üç esas vardı:  Birisi: Merhametsiz siyasetin bir düsturu olan, "Hükûmetin selâmeti ve âsâyişin devamı için eşhas feda edilir."  İkincisi: Onların saltanatı unsuriyet ve milliyete istinad ettiği için, milliyetin gaddârâne bir düsturu olan, "Milletin selâmeti için herşey feda edilir."  Üçüncüsü: Emevîlerin Hâşimîlere karşı ananesindeki rekabet damarı, Yezid gibi bazılarında bulunduğu için, şefkatsiz bir gadre kabiliyet göstermişti.  Dördüncü bir sebep de, Hazret-i Hüseyin’in taraftarlarında bulunuyordu ki, Emevîlerin, Arap milliyetini esas tutup sair milletlerin efradına "memâlik" tabir ederek köle nazarıyla bakmaları ve gurur-u milliyelerini kırmaları yüzünden, milel-i saire Hazret-i Hüseyin’in cemaatine intikamkârâne ve müşevveş bir niyetle iltihak ettiklerinden, Emevîlerin asabiyet-i milliyelerine fazla dokunmuş, gayet gaddârâne ve merhametsizcesine, meşhur faciaya sebebiyet vermişlerdir.  Mezkûr dört esbab, zâhirîdir. Kader noktasından bakıldığı vakit, Hazret-i Hüseyin ve akrabasına, o facia sebebiyle hasıl olan netâic-i uhreviye ve saltanat-ı ruhaniye ve terakkiyât-ı mâneviye o kadar kıymettardır ki, o facia ile çektikleri zahmet gayet kolay ve ucuz düşer. Nasıl ki bir nefer, bir saat işkence altında şehid edilse, öyle bir mertebeyi bulur ki, on sene başkası çalışsa ancak o mertebeyi bulur. Eğer o nefer şehid olduktan sonra ona sorulabilse, "Az birşeyle pek çok şeyler kazandım" diyecektir. “ (Bediüzzaman, Mektubât, On Beşinci Mektup, Shf. 57-59)

Bunun yanı sıra, Herât’ta Sultan Hüseyin Baykara devrinin ulemasından ve Nakşibendi tarikatından Hüseyin Vâiz El-Kaşifî (Vefatı: Herât, 910/1504) , Ehl-i Beyt’in maruz kaldığı zulümleri ve Kerbelâ faciasının konu edinen “Ravzatu’ş-Şühedâ” adlı Farsça eserini telif eder. Eser kısa zamanda  şöhret bulup yaygınlaşır, Muharrem ayı geldiğide Dergah ve zaviyelerde okunur.Bu kitap, ünlü şâir Fuz^lî tarafından “Hadîkatu’s-Suadâ” adı ile Türkçeye çevrilir.960/1552-53 yılında Osmanlı’nın Mısır’daki ağalarından Câmi-yi Mısrî yine bu eseri, “Saâdetnâme” adı ile Türkçeye çevirir. Eserin Türkçe iki tercümesi olan Fuzûlî’nin “Hadîkatu’s-Suadâ” sı  ve Câmi-yi Mısrî’nin “Saâdetnâmesi” Osmanlı coğrafyasındaki dergâh-tekke ve zâviyelerde Muharem ayı geldiğindeKerbelâ Şİehidlerinin hatırasına, âdet olarak okunan baş eserler haline gelmiştir. Hüseyin Vâiz El-Kâşifî aynı zamanda “Mevâhib” adlı Tefsiri İsmail Ferruh efendi tarafından “Mevâkib” adı ile Türkçeye çevirilmiş ve asırlarca Osmanlı toplumunun el kitabı haline gelmiştir. Hüseyin Vâiz El-Kâşifî’nin oğlu Mevlâna Sâfi Fahruddin Ali ise, Nakşibendi tarikatinin temel klasik eserlerinden “Reşahâtu Ayni’l-Hayât” adlı eserin müellifidir.

Emeviler devrindeki zulüm ve katliâmlara, Abbasler devrinde de zaman zaman vuku bulan baskı ve zulümlere karşın, Büyük Selçuklular, Anadolu Selçukluları, Eyyubîler, Memlüklüler ve Osmanlılar zamanında ise Ehl-i Beyt-i Resul (S.A.V)'ün, Seyyid- Şerîf ailelerinin (El-Eşrâf Ve's-Sâde) hak ve hukukunu muhafaza ve hürmetini tutmak, siyanet göstermek üzere müsseseler teşkil edilir. Osmanlı döneminde, merkezde Nakîbu'l-Eşrâflar -,Nakîbu'l-Eşraflık müessesesi-, taşrada ise Nakibu'l-Eşrâf kaymakâmlıkları vardı. (Bu konuda bkz.Ahmed Rif'at, Devhatü'n-Nukabâ, 1283, İstanbul; Yeniden Neşir: Doç. Dr. Hasan Yüksel-M. Faruk Köksal, Sivas 1998) . seyyid-Şerif aileleri, bu müesseseler muvâcehesinde itibarlı aileler olup, türlü vergi, avârız ve askerlikten muâf tutulmuşlardır. Nakibu’l-Eşraflar ve Kaymakamları tarafından Hz. Ali ve Hz. Fâtima’ya dayanan  şecereleri tesbit edilen bu aileler bu kapsam içinde yer almaktaydı. Özellikle, vilâyetlerde, taşrada bulunan Nakibu’l-Eşrâf kaymakamları Seyyid-Şerif ailelerinin hukukunun, hürmet ve sıyânetlerinin  muhafazası ile vazifeliydiler. Bu ailelere ilişkin kayıtlar Nakibu’l-Eşraf ve Kaymakamları tarafındfan defterlerde tutulurdu. Osmanlı devltinde Seyyid-Şerif ailelerine ilişkin kayıtların tutulduğu Nakibu’l-Eşrâf defterleri halen, İstanbul Müftülüğü bünyesinde bulunan  Meşihat-Şer’î Siciller arşivinde bulunup, 39 Defterden oluşmaktadır. Osmanlı Devleti’nde bilinen ilk Nakibu’l-Eşrâf Mevlâna Seyyid Mahmud Efendi olup, 943/1537-38 tarihinde vefat etmiştir.2. Nakibu’l-Eşrâf Taşkendî Muhterem Efendi olup, günümüze üç adet defteri gelmiştir.980/1572 tarihinde vefat eden Muhterem Efendi’nin türbesi Cağaloğlunda İncili Ç:avuş Sokakta bulunmaktadır. 1924'te lağvedilen bu müessese vakit geçirilmeden yeniden mutlaka ihdas edilmelidir. Nakîbul-Eşraflık müessesesinin yeniden ihya ve ihdası bu ülkenin, bu coğrafyanın toplumsal barışı için, Türkiye’de Alevî-Sünnî barışı , Ehl-i Beyt-i Resul'ün (S.A.V), hak ve hukukunun korunması,  siyânet ve hürmeti için elzem ve hayatidir

Ek:
Nakşibendiliğin Hâlidiyye kolunun kurucusu Mevlâna Halid-i Şehrezorî Bağdâdî Hazretlerinin (Vefatı: 1242/1827)  Meşhed’te İmam Ali Er-Rızâ’nın kabrini ziyareti esnasında  İmam Ali Er-Rızâ ve Ehl-i Beyt-i Resul Hakkında yazdığı Divânındaki Farsça Kaside:

اين بارگاه كيست كه از عرش برتراست
و ز نور كنبدش همه عالم منوّراست

Arştan yüksek, kümbedinin ziyâsından âlemin aydınlandığı bu eşik kimindir.

و ز شرم شمسهای زرش كعبتين شمس
در تختۀ نرد چرخ چهارم بششدراست

Öyle bir eşik ki, hakiki güneş onun altın gibi güneşlerinden şermende olduğu için, her iki zarı da, tavla tahtasına benzeyen dördüncü kat semâda çıkmaza girmiştir.

و ز انعكاس صورت گل آتشين او
بر سنگ جای لغزش پای سمندراست

Ateş gibi gülü andıran bu eşiğin/kubbenin rengi yansıdığı için, âteşe âşık olan semenderin ayak izleri taş üzerinde görülmektedir.

نعمان خجل ز طرح اساس خورنق است
كسری شكسته دل پی طاق مكسّراست

Bu kubbe/eşik  karşısında Nu’man bin Munzir, Havernak’ın sarayının temelini atmaktan hicâp duyar. Ünlü Kisrâ da sarayının yıkılan kemer ve buçları için üzgündür. (Her iki hükümdarın sarayı, bu kubbe/türbe kadar ihtişamlı olamaz)

بهر نگاهبانی كفش مسافران
بر درگهش هزار چو خاقان و قيصراست

Misafirlerin ayakkabılarını muhafaza için, kapısının önünde hakanlar ve kayserler gibi binlercesi var.

اين بارگاه قافله سالار اوليا است
اين خوابگاه نور دو چشم پيغمبراست

Burası velîler kafilesinin reisinin kubbesidir. Bu, Hz. Peygamber’in (S.A.V) iki gözünün nuru mesabesindekinin türbesidir.

اين جای حضرتيست كه از شرق تا بغرب
بر قاف تا بقاف جهان سايۀ گستراست

Bu makâm, öyle bir hazretin makamıdır ki, doğudan batıya, Kâf dağından Kâf dağına cihana gölge salıp, sâyebân olandır.

اين روضۀ رضاء ست كه فرزند كاظم است
سيراب نوگلی ز گلستان جعفراست

Burasıi Musa Kâzım’ın oğlu, Rızâ’nın bahçesi/ravzası dır. Ca’fer’in gül bahçesinden suya doymuş yeni bir güldür.

سرو سهی ز گلشن سلطان انبياست
نوباوۀ حديقۀ زهراء و حيدراست

(Ali er-Rızâ) Sultânu’l-Enbiyâ’nın gül bahçesinde doğru uzanan bir selvidir. Hz. Fâtimatu’z-Zehrâ ile Hz. Ali’nin bahçesinin turfandasıdır.

مرغ خرد بكاخ كمالش نميرود
بر كعبه كی مجال عبور كبوتراست

Akıl kuşu onun Kemâl kasrına uçamaz. Artık güvercinin Ka’be’nin üzerinden geçmesine mecâl bulunur mu?

تا همچو جان زمين تن پاكش به بر گرفت
اورا هزار فخر برين چرخ اخضراست

Bu yer, onun pâk ve temiz bedenini sinesinde barındırdığı/sakladığı müddetçe, yeşil feleğe karşı bin defa övünmeye hakkı vardır.

بر اهل باطن آنچه ز اسرار ظاهراست
در كوشۀ ضمير مصفائش مضمراست

Mâna ehlinin nezdinde zâhir olan sırlar, Onun (Ali Rızâ’nın) tertemiz kalbinin haznesinde saklıdır.

خرشيد كسب نور كند از جمال او
آری جزای موافق اخسان مقرّراست

Güneş onun cemâlinin güzelliğinden nurlanıp ziyâ kesbeder. Evet, yapılan iyiliğin, ihsanın karşılığının verilmesi mukarrerdir.

آنكس به بندكيش شد آزاد از دو كون
ننكش ز تاج سلطنت هفت كشوراست

Ali Rıza’ya bende olmaktan dolayı iki cihandan âzad olmuş kimse, yedi kıt’anın saltanat tâcını giymekten hicâp duyar.

برگرد حاجيا بسوی مشهدش روان
كانجا توقّفی نه چو صد حجّ اكبراست

Ey Hacı! Ali Rıza’nın meşhedine doğru revân ol. Çünkü, orada bir duraklama yüz Hacc-ı Ekber gibidir. ( O duraklama, insana, yüz Hacc-ı  Ekberdeki gibi bir hâlet-i ruhiye kazandırabilir.Burada kastedilen sevap ciheti değil, manevi hâl cihetidir.)

بی طيّ ظلمت آب خضر نوش بردرش
كين دولتيست رشك روان سكندراست

Karanlığa yönelmeden önce, onun dergâhında Hızır’ın âb-ı hayatını iç. Bu öyle bir saâdetdir ki, İskenderin ruhunu dahi kıskandırır.

بتوان شنيد بوی محمّد ز تربتش
مشتق بلی دليل بمعنی مصدراست

Ali Rız’anı türbesinden Hz. Muhammed’in (S.A.V) güzel kokusunu duymak mümkündür. Evet, müştak/türemiş bir lafız kendi kökü olan masdar manasına delildir.

از موج فتنه خورد شدی كشتئ زمين
گر نه ورا ز سلسلۀ آل لنگراست

Eğer Hz. Peygamber’in soyu/nesli yeryüzü gemisinin demiri mesâbesinde olmasaydı, küre-i arz fitne dalgalarıyla paramparça olacaktı.

زوّار بر حريم وی آهسته پا نهيد
كز خيل قدسيان همه فرشش ز شهپراست

Ey zâirler! Ali Rıza’nın harîmine yavaşça ayak basın. Zira, Melekler topluluğu hâzır bulunduğundan oranın bütün sergisi kanattandır.

غلمان خلدگا گل خود دسته بسته اند
پيوسته كارشان همه جاروب اين دراست

Cennetin hizmetçileri/gılmanlar gül gibi perçemlerini deste deste bağlamışlar. Mütemâdiyen, hepsinin işi de bu kapının/yüce eşiğin süpürgeciliğidir.

شاها ستايش تو بعقل و زبان ما
كی ميتوانكه فضل تو از عقل برتراست

Ey Şâh! Aklımız ve lisânımızla senin mehdin nasıl mümkün olabilir? Çünkü, senin fazlın aklın idrâkinden üstündür.

اوصاف چون تو پادشاهی از من گدا
ضيقل زدن بآينۀ مهر انوراست

Benim gibi bir gedânın senin gibi bir padişahı methetmesi parlak güneşin aynasını parlatmaktan başka bir şey değildir.

جانا بشاه مسند لولاك كز شرف
بر تارك شهان اولوالاظم افسراست

Ey cân, evvelâ “Levlâke” tahtında oturan Şah’ın (Hz. Resul-i Ekrem’in –S.A.V) hakkı için, öyle bir şah ki, şerefinden ötürü, ulu’l-azm şahların baş tacıdır.

و آنكه بحقّ آنكه بر اوراق روزگار
بابی ز دفتر هنرش باب خيبراست

Ve ondan sonra diğer bir zâtın hakkı için ki, Hayber kapısı, zaman/tarih sayfaları içinde hüner/marifetlerinden sadece bir bâptır. (Hz. Ali)

ديگر بنور عصمت آنكس كه نام او
قفل زبان  و حيرت عقل هنروراست

Diğeri ise, o kimsenin iffetinin nuru hakkı için, onun adı dilin kilidi, hüner/marifet sahiplerinin aklını hayrete sevk edendir.(Hz. Fatima)

آنكه بسوز سينۀ آن زهر خردۀ
كز ماتمش هنوز دو چشم جهانتراست

 Ondan sonra ise, zehir içmiş kimsenin sinesindeki ateşin hakkı için, öyle bir zât ki, mâteminden Cihanın her iki gözü halen yaş akıtmaktadır. (Hz. Hasan)

ديگر بخون ناحقّ سلطان كربلا
كزوی كنار چرخ بخونابه احمراست

Kerbelâ Sultanı’nın nâhak/haksız yere akıtılan kanı için, ki o kandan dolayı semânın ufku kanlı göz yaşlarıyla kıpkırmızıdır.(Hz. Hüseyin)

و آنكه بحقّ آنكه ز بحر مناقبش
انشای بوفراس زيك قطره كمتراست

Yine bir zâtın hakkı için ki,Ebu Firas Ferezdak’ın onun hakkında serdettiği methiyeler onun menkibeleri deryasından bir katre bile değildir. (Hz. İmam Zeynelâbidîn)

ديگر بروح اقدس باقر كه قلب او
مرمخزن جواهر اسرار را دراست

Ve diğeri, Bâkır’ın mübarek ruhu hakkı için, ki onun kalbi hakikaten kıymetli sırlar hazinesini yarıp açandır.(Hz. İmam Muhammed Bâkır)

وآنكه بنور باطن جعفر كه سينه اش
بحر لبالب از درّ عرفان داوراست

Bir de, Ca’fer’in içindeki nurun hakkı için, onun sinesi, İlâhi irfan incileri ile dopdolu bir denizdir. (Hz. İmam Ca’fer Es-Sâdık)

ديگر بحقّ موسی كاظم كه أز او
بر زمرۀ اعاظم اشراف سروراست

Bir de, Musa Kâzım hakkı için ki, Zirâ, Ca’fer’den sonra eşrâf-sâdât zümresinin serveridir/önderidir. (Hz. İmam Musa El-Kâzım)

و آنكه بقرص طلعت توكز اشعه اش
شرمندۀ ماه چارده و شمس خاوراست

Ve ardından, senin (Ali Rıza) değirmi vechinin hakkı için, O çehre ki, doğu güneşi ile, ayın on dördü (Bedir) onun saçtığı ziyası karşısında mahcup hale gelir.

ديگر به نيگئ تقی و پاكئ نقی
و آنكه بعسكری كه همه جسم چوهراست

Bir diğeri de, Takî’nin iyiliği, Nâkî’nin pâklığı hakkı için ve sonra Askerî’nin hakkı için ki, onun vücudu büsbütün cevherdir. (Hz. İmam Muhammed Takî, Muhammed Nakî ve Hasan El-Askerî)

و آنكه بعدل پادشاهی كز سياستش
با بره شير شرزه بسی به ز مادراست

Ve sonunda, bir padişahın adâleti hakkı için ki, onun (âdilâne) idaresinde, bir arslan kuzuya karşı annesinden daha iyi davranır. (Hz. İmam Mehdî)





Yorumlar

Popüler Yayınlar