Ne Oluyoruz, Ne Olmalıydık?
Son
dönemde Türkiye ve çevresinde tansiyon bir hayli yükseldi. Irak Kürdistanı’ndaki
Referandum kararı da gerilimi iyice artırdı. Aslında Suriye’nin Kuzeyinde
PYD/Siyonizm koridorunun oluşması bütün bu gerilimleri tetikleyen ana faktör.
Daha öncesine gideceksek, Arap Baharı ve Suriye’deki iç savaş ve çıkmaz tüm
bunların son sadme olarak başlangıcı. Batı burada, altın vuruşunu yapmak Orta
Doğu-İslâm âlemine son sadmesini vurmak istiyor.
Ancak
burada, Ecnebi müdahalesinin yanı sıra, bölge insanının, bölge siyasetinin kriz
yönetmede sınıfta kaldıkları da aşikar. Ellerindeki az sayıdaki kartları bile
sürekli yakan, hamle yapamayıp, heba eden sözde bölgesel aktörler yüzünden
onlarca yıldır belimizi doğrultamıyoruz. Beceriksizliklerin, Starateji ve
siyasi akıl-vizyon yoksunluğu, ihtirasların hatta bazen ihanetlerin faturası
hep tüm bölge halklarına çıkıyor. Açıkçası bu yüzden hep birlikte yerlerde
sürünüyoruz. Küçülüyoruz. Ufalanıyoruz
2010-11’lerde
Suriye’nin Kuzeyinde PYD vasıtasıyla böyle bir koridorun oluşturulacağı ihtimal
dahilinde bile değildi. Cerablus’a kadar gelen süreçte Türkiye’nin neredeyse
bir çok şeye seyirci kaldığı görülüyor. DAEŞ, Türkiye’nin yanı başındaki
bölgeleri bir bir ele geçirirken bir kıpırdanma olmadı. DAEŞ, Tel ebyad/Gré
Sipi ve Re’su’l-Ayn/Seré Kani’yi neredeyse kurşun atmadan PYD/YPG’ye teslim
ederken reaksiyon gösterilemedi. PYD Kamışlı, Haseke, Menbiç vs. bölgelerde
hakimiyet tesis ederken de aynı şekilde. Göz göre göre, bölgedeki Kürtlere de
rağmen, Batılı güçlerin de desteği ile bu koridor Cerablus’a kadar oluşturuldu.
Bölgedeki Kürtlerin büyük bölümü, PYD/YPG’nin Batı destekli bu alan
hakimiyetine razı olmadı. Bu yüzden, bölgeden, Arap ve Türkmenlerin yanı sıra,
Türkiye’ye ve Irak Kürt bölgesine bir milyonu aşkın Suriye Kürdü iltica etti.
PYD/YPG , bölgedeki Kürtlere de rağmen Batıklı güçlerin desteği ile bölgeyi ve
Kürt kimliğini adeta gasp edip rehin
aldı.
Nisan
2012’de bu sütunlarda “Suriye Çıkmazı” başlıklı bir makale yayınlamıştım.
Makalede “Libya ve Suriye’’deki olaylarda Kaddafî ve Esed’in akibeti ile ilgili
yorum ve okumalardaki öngörülerde problemlerin olduğu ortadadır. Kaddafi ile
ilgili uzun süre yönetimden gitmesinin mümkün olmadığı yönündeki öngörülerin
tersine bir görünüm arz etmiştir. Ve maalesef siyaset yorumcularınca serdedilen
öngörülerde, Esed’in de kısa zamanda düşeceği hususunda yanılgıya düşüldüğünü
görmekteyiz. Burada, gerek Suriye’nin iç dengeleri, gerek bölgesel ve uzak
uluslararası dengeler, Rusya-İran-Çin Faktörü gerekse Kürt sorununu göz önüne
alma konusunda ciddi eksiklilerin bulunduğu göze çarpmaktadır.
Suriye ile
ilgili piyasada konuşula gelen senaryolar, bölgenin geleceği açısında korkutucu
bir tablo arz etmektedir. Suriye üzerinde, Türkiye’nin dahil olacağı bir
savaşın bölgesel, hatta bölgeyi de aşan bir nitelik kazanacağı yönündeki
değerlendirmeler biz dahil herkesi tedirgin etmektedir.
Ancak konuşulan
bazı senaryolar var ki hepsinden ürkütücü bir niteliktedir: Suriye’nin
dini/mezhebi/etnik topluluklar üzerinden bölünmesi, Türkiye’de Kürt meselesinin
daha da alevlendirilmesi, öngörülen Kürt-Türk; Alevi-Sünni çatışmaları ve uzun
vadede İslâmiyet’in/Müslümanlığın Anadolu ve Mezopotamya’dan kovularak Arap
yarımadasına hapsedilmesi..
Böyle bir
senaryoyu akla getirmek ve konuşmak bile ürkütücü.. “ diye yazmıştım. Maalesef
DAEŞ, oluşan PYD/Siyonizm Koridoru ve bunların etkisiyle gelişen olayların
sonucu olarak, bunlara ilave olarak, Irak Bölgesel Kürt Yönetiminin/Barzani’nin
referandum kararı/ısrarı ve bunda Fransa ve İsrail’in rolü, referandum
sonrasında gelinen nokta, PYD’yi partner olarak benimseyen Batılıların barzani’yi
tasfiye etme yollarını araması hadiseleri artık iyice ürkütücü noktalara
getirdi.
Bir yandan
Ortadoğu ve Küçük Asya’nın yeniden şekillendirilmesine ilişkin, 90’lı yılların
hemen başından beri öngörülen yapılanma, diğer yandan bölgenin etnik ve mezhebi
dengeleri üzerinden sergilenen proje ve senaryoların yol açtığı derin krizler,
sorunlar insanı geleceğe yönelik derin endişelere sevk etmektedir.
Sultan II.
Abdülhamid Hân devrinde Osmanlı devletinin câri siyaseti, tarz-ı idaresi gerek içeride, gerekse memalik-i Osmaniye
haricinde belli bir istikamette icra edilirdi. 93 (1293/1877-78) Harbi gibi çok
ağır bir mağlubiyet ve bozgundan çıkmış bir imparatorluk/devlet olmasına,
Batılılaşma serüvenine rağmen, kendi
istikameti ve geleneği üzere seyretmekteydi. Devletin kendi vüs’atine mütenasip
bir hatt-ı hareketi söz konusuydu. Siyaseti bugünden yarına değişmemekteydi.
Belirsizlik arzetmemekteydi. Anlık kırılmalarla zıt istikametlere yol
alınmamaktaydı. Sultan Abdülhamid, Devr-i Hamîdî olarak adlandırılan 30 seneyi
aşkın bir süre devleti/imparatorluğu bu suretle
idare etti. Taki, 1908’de II. Meşrutiyetin/Kanun-i Esasi’nin ilanına
kadar. Ardından Jön-Türk idaresi başa geldi. 1909’da 31 Mart Vak’asının
ardından Sultan Abdülhamid’in tahttan indirilmesi akabinde ise bu idare iyice
sahaya hakim oldu.
Kısa bir
süre içerisinde, çok farklı bir tarz-ı siyaset ve idare devlete/imparatorluğa
hakim oldu. İstikamet tamamen kayboldu. Bugünden yarına değişiklik göstermeye
başladı. Birbirine tamamen zıt ve çelişkili, tutarsızlığın hakim olduğu hatt-ı
hareket ve siyaset sahaya iyice hakim oldu. Devlet/ülke pusulasız/rotası belli
olmayan bir gemiye döndü. Dost-düşman birbirine karıştı. Siyasi idamlar,
isyanlar ve savaşlar birbirini takip etti. Memlektin vüs’atinin çok üzerinde
bir yük hamledildi. Ülkenin 93 Harbinden geriye kalan enerji ve potansiyeli
kısa zamanda maceralarla tüketildi. 1912’de balkan savaşlarında Yunanistan,
Bulgaristan ve Sırbistan arşısında bozguna uğrayıp Çatalca’ya kadar çekilen,
Adriyatik’ten Edirne’ye kadar tüm Osmanlı Rumelisi’ni kaybettiren ordu, Birinci
Cihan harbinde, Rusya’yı da yanına almış olan İngiltere, Fransa gibi düvel-i
muazzama ile savaşa sokuldu. Ülke yangın yerine döndü. Yıl içinde
oluşan-değişen, uygulanan bu tarz-ı siyaset, 10 yıl içinde elde kalmış olan
Osmanlı ülkesini de darmağın, tuz-buz etti.
Türkiye’nin
on yıllardır, bir çok problemleri barındıran, farklı toplum kesimlerini
ötekileştiren, baskılar uygulayan resmi ideolojiye dayanmasına, yüzünü tamamen
batıya dönmüş olmasına rağmen eski devlet/idare geleneğine dayalı belli bir
yapı/mekanizma devam edegeliyordu. Ülkenin genel/temel menfaatlerini alakadar
eden bazı temel konularda taşların yerinden oynatılmamasına dikkat
edilmekteydi. Sınırlı bir alanda da olsa kendi içinde bir istikameti de
görülmekteydi. Türkiye’nin çevre ülkelerle olan siyasetinde, her ne kadar
Ortadoğu’ya ilişkin yüzünü Batıy’a dönmüş olmaktan dolayı, ciddi bir
yabancılaşma söz konusuysa da, bölgeyi yangın yerine çevirecek bir siyaset ve
stratejiden de uzak durulmaktaydı.
2010 sonu,
2011 başında patlak veren Arap Baharı, Türkiyenin bu yöndeki rotasında
fırtınalara yol açtı. Türkiye’yi derin yapılanmalarla teslim almaya başlayan
Neo-İittihatçı, Kaosçu kadrolar Arap Baharını/Hazanını bir fırsat olarak
görüp/gösterip içinden çıkılmaz maceraların kapılarını araladılar. Özelllikle,
Suriye’de hızla gelişen olaylar bunu bir hayli hızlandırdı. 1908 sonrası
İttihatçı/Jön-Türk tarz-ı siyaset/idaresi tekrar devreye girdi. 2010’da
Komşularıyla sıfır sorun stratejisi yerini kaotik müdahale stratejisine terk
etti. Buradan itibaren kasırgaya tutulmuş çok dalgalı bir siyaset ve strateji
merkeze oturdu. Müttefikler ve düşmanlar yıldan yıla , neredeyse aydan aya yer
değiştirdi. Suriye ile ortak bakanlar kurulu toplantısı yapılacak düzeyde olan
ikili ilişkiler düşmanlar ilişkisine dönüştürüldü. Herşey rotasından/rayından
çıkarıldı. Çatışmacı bir ilişkiler biçimi, siyaset her alana hakim olmaya
başladı. İçeride ve dışarıdaki
ittifaklar kendi içinde ve dışında halen sık sık yer değiştiriyor.
Daha
önceki makalelerimizde de belirttiğimiz üzere, bölgeye yönelik ecnebi
müdahalesi ağırlaştı. Kuzey Atlantik’in bir araya gelen iki yakası, Orta
Doğu’nun , coğrafyamızın iki yakasının bir araya gelmemesinin ana faktörü
olarak karşımızda. Ancak, ecnebi emelleri ile kendi emellerini tevhid ettiren
bir kısım elitler, gruplar ve odaklar bunu iyice faciaya dönüştürüyor. Buna
karşı olan direnci neredeyse yok ediyorlar.
Son
gelişmelerle Kürt meselesinde, benzeri bir süreç işledi. Ecnebilerin emelleri,
bir asra, on yıllara dayanan projeleri; ulus-devlet tecrübesinin Kürtler
üzerinde yol açtığı travma ve trajediler, içeriden bu projelere su taşıyan
taraflar, hepsi bir araya geldiğinde ortaya bugünkü vahim tablo çıkıyor. Geçen
yıla kadar, Suriye politikası üzerinden Irak Kürdistanı Yönetimi’nin, Erbil’in
Bağdat Merkezi yönetimi ile irtibatını kesmesini öngören sözde İslamcı odaklar
bugün, çöken çözüm süreci referandumla gelinen durumun faturasını tüm bir halka
kesmek gibi İslâm’ın ve hiçbir ahlakın asla kabul edemeyeceği bir tutum
içerisine girmekteler.
20.
Yüzyılda, özellkikle, Soğuk Savaş döneminde İslam’ı adeta batılı bir ideolojik
bir zemin üzerinden okuyan ve yorumlayan kimi İslamcı akımlar, yaşanan bir çok
soruna çözüm bulamadıkları gibi, temel aldıkları ideolojik selefiliğin
etkisiyle reaksiyoner-tahripkar bir işlev de gördüler. Ümmet-i Muhammed’in
içinde yaşadığı sorunlara, metaforlar ve ideolojik ütopyalar çerçevesinden
bakan, ideolojik enternasyonalizmi İslam’ın Cihanşümulluğu ile özdeşleştiren
çevreler; sorunlara çözüm bulamadıkları gibi, ideolojik ütopyalarından, yaşanan
gerçekler dünyasına çıktılarında, itikadi kırılmalara da uğrayarak tersi
istikametlere doğru savruldular. Rusya’ya yakınlaşmanın muzaheret ettiği
savrulma onları, yıllarca karşı çıktıkları katı ulusalcı çizgilere kadar
getirdi. İslam’ın alemşümul adaletine olan inanç, yerini Kürtler vs. önemli, iç
içe yaşadığı Müslüman kavimleri acımasızca katletmeyi mübah görecek, her türlü
pis ırkçılığı ve bunun yanında ayrışmayı/parçalanmayı öngören etnik
milliyetçiliği esas alan bir savrulma noktasına gelindi. Tüm taraflar, ırkçılık
ve etnik milliyetçilikle, ecnebi emellerine, Siyonizme hizmet eden, İslam’ın
Balkanlar, Trakya, Anadolu ve Mezopotamya/Kürdistan’dan tümüyle kovulup Arap
yarımadasına hapsedilmesini öngören meş’um strateji/projelere hizmet eden
odaklara dönüşmekteler.
Yorumlar
Yorum Gönder