Lingua Franca ve Osmanlıca
1928 Harf ve Dil
Devrimi öncesi Türkçesi olan Osmanlıca’nın Orta Öğrenim kurumlarında ders
olarak okutulup öğretilmesine yönelik hükümetin kararı muhalefet çevrelerinde
tepkiyle karşılandı. Adeta fırtınalar kopartılmaya çalışıldı. Asıl olarak, 14.
Yüzyıldan itibaren 1928’e kadar 6 asır kullanılan bir imparatorluk dili haline
gelerek yazılı zengin bir literatür oluşturan bir lisanın birden bire
yasaklanıp, farklı bir harf ve dile geçilmesi tepkiyle karşılanması gereken travmatik
bir olaydı. Osmanlı Türkçesi, Lisan-ı Osmanî denen Batı Anadolu Türkçesi,
Osmanlı İmparatorluğunun büyümesi ve üç kıtaya yayılması ile 16. Yüzyılda Saray
merkezli ortak yazışma dili haline gelmiştir. Türkiye’de Günümüz kuşakları ise,
harf ve dil devriminin kurbanları olarak, 1928 öncesi, yazılan Türkçe metinleri
okuyup anlama şansından mahrum. Tarih ve yüzyılların birikiminden yoksun.
Sadece harf değişimi/devrimi değil, dil devrimi diye dilin kendisine yönelik
bilinçli operasyonla değişim dayatıldığı için, Türkiye’deki yeni kuşaklar
40’lı, 50’li yıllara ait Latin harfli metinleri bile anlamakta güçlük
çekmektedir. Oysaki, batı dillerinde, tabii seyri içindeki değişimler dışında,
ideolojik/yapay bir değişim dayatılmadığı için kültürel kesintiye uğramayıp,
tarihten gelen birikim ve literatürü günümüze, yeni kuşaklara
aktarabilmişlerdir. Örneğin İngilizce lisanına hakim olan birisi, 1680’li
yıllarda yayınlanan Paul Ricaut’un tarihe ilişkin eserlerini okuyup
anlayabilir. Bırakınız ana dili İngilizce olan birini, bugün kendim bile, Paul
Ricaut’ın 1686’da Londra’da basılan “The History Of The Present State Of The
Ottoman Empire” adlı eserini bugün bile kaynak olarak kullanırken kendim hiç güçlük
çekmiyorum.Üstelik İngilizce, Latince gibi kullanılmayan/tarihte kalmış bir dil
değil.. Dünyada günümüzün en yaygın/câri Lingua Francası durumunda
Lingua
Franca veya Sabir, tarihte
İtalyanca’nın Arapça, Farsça, Fransızca, Portekizce ve İspanyolca ile karışmış
halinden oluşan lisan, Frenk dili. Istılahi olarak ve günümüzde ise, çok farklı
dillere sahip bir halklar topluluğunun, insanların birbirini anlamaya matuf
kullandığı, birleştirici ortak anlaşma/yazışma
lisanı. Eskiden Batı’da Latince , günümüzde ise İngilizce için kullanılır.
Önceki
çağlarda, dillerin yaygınlaşması veya ortak yazı dili halinde gelişip yaygınlık
arzetmesi, Lingua Franca haline gelmesi iki ana nedene dayanmaktaydı.
Kutsal-Dinî metinlerin dili, güçlü hanedanların dili.
Edyân-ı
semâviyyeye ait Kutsal-Dinî metinler ya vahyedildikleri ya da yazıya
geçirildikleri dillerde olurdu. Musevilikte Dinî-Tarihi metinler İbranice
olduğundan ve bu din Beni İsrail/Yahudî kavmine mahsus olması hasebiyle lisan
bu kavimle mahdud kalmıştır. Hristiyan topluluklara gelince,Hz. İsa’nın (a.s) ana
dili ve Vahiy İncilinin dili o dönemde Suriye ve Filistin’de yaygın konuşma ve
yazı dili olarak kullanılan Arâmca’ydı. Ancak daha sonraki asırlarda Hristiyanlığı
kabul eden topluluklarda, Hz. İsa’ya, Rabb/İlâh veya Rabb’ın Oğlu (Uknûm-ı
Selâse) olarak inanıldığından Hristiyanlığı kabul eden Constantin zamanında
Romalılarca İznik konsüllerinin akabinde Kitâb-ı Mukaddes (Bible) olarak
belirlenen kanonikinciller/Yeni Ahit (Matta, Yuhanna, Luka, Markos) bu inanç
çerçevesinde Hz. İsa’nın hayatı ve sözlerini içermekte olup ve bunları kaleme
alanların dili ile yazıya geçirilmişlerdir.
Roma
imparatorlunun dili Latinceydi ancak Doğuda Helenistik devirden gelen Eski Yunanca
da yaygındı. M.S 395’te Roma İmparatorluğu, Roma ve İstanbul merkezli olmak
üzere, Doğu ve Batı olarak ikiye ayrılınca, Batı’da Latince yazı dili olarak
kullanılmaya devam ederken doğuda, daha doğrusu artık Bizans’ta Yunanca/Rumca
yazı dili olarak yaygınlık kazanır. Her iki merkezin kiliseleri Katolik ve
Ortodoks olarak ayrıştığında kutsal metinlerin/kanonik incillerin dili de bu
bağlamda ayrıştı.Kanonik inciller Hristiyan toplulukların bağlı oldukları
kiliselerin benimsediği dillerde yazılıp okundu. Rum Ortodokslar, Kutsal
metinleri Yunanca’dan okuyup yazarken, diğerleri Ermenice yahut Süryanice,
Latince vs. dillerde okuyup yazmakta, ibadetlerini bu dillerde
gerçekleştirmekteydiler. Bu bağlamda, Hristiyan topluluklarda kutsal metinler
tek ve ortak bir dilden okunmamaktadır. Hatta Hristiyan topluluklar Kutsal
olarak kabul edip Kitab-ı Mukaddes’e (Bible) dahil ettikleri Eski Ahit (Tevrat,
Zebur/Mezâmîr vs..) metinlerini de kendi kiliselerinin dillerine çevirdiler.
Helenistik
dönemde Balkanlar ve Anadolu’da Yunanca, Batı’da Roma imparatorluğunun egemen
olduğu dönemde Anadolu ve Akdeniz havzasında dahi Latince ortak yazışma dili
olmuştur. Hatta Anadolu’da antik çağdaki kitabelere bakıldığında Helenistik
dönemde Antik Yunanca’nın, Roma dönemine ait eserlerin kitabelerinde Latincenin
kullanılmış olduğunu görürüz. Ortaçağda ise, Bizans İmparatorluğu
hinterlandında Yunanca/Rumcanın, daha batıda, Batı Avrupa’da ise Latince’nin
ortak yazışma dili olarak kullanılmış olduğu müşahede edilir.
Müslümanlıkta
ise Kur’an-ı Kerîm, Vahy-i Celîl Hz. Resul-i Ekrem’in (S.A.V) lisanı olan
Arapça olup, kutsal metin olarak sadece bu dilde okunup yazıldığı ve Arapça dışında farklı bir “ibadet lisanı”
olmadığından Hristiyanlıktaki gibi bir ayırım ve tasnif söz konusu olmamıştır.
Bundan dolayı Arapça, İslam dünyasında ortak yazı/yazışma dili olarak geliştiği
gibi, Farsça başta olmak üzere Müslüman toplulukların kendi lisanları Arabi
harflerle yazılıp okundu.Alem-i İslâm’da,İlim dili Arapça olup, bu anlamda
metinler Arapça yazılıp okunmuştur. İslam dünyasında Mağrib’den, Orta Asya ve
Güneydoğu Asya’ya kadar bu şekilde olmuştur. Yanı sıra, Farsça gibi önceki
medeniyetlere ait yaygın diller de kendi konumlarını korumuş ve daha da
yaygınlaşıp, yazı dili olarak da gücünü korumuştur. Çünkü, Arapça’nın ortak
yazı/yazışma dili, Lingua Franca olarak gelişmesi, modern dönem
ulus-devletlerdeki gibi, herhangi bir
dayatma veya yasaklara dayanmamaktaydı. Başta Kur’ân-ı Kerîm’in Arapça lisanı
üzere olması, buna istinaden Sünen-i Seniyye/Hadis-i Şerif metinleri ve diğer
dinî/ilmî metinlerin Arapça olması hasebiyle bu şekilde yaygınlık söz konusu
olmuştur.
Diğer yandan
ise, bir kısım güçlü hanedanların ve devletlerinin dilleri de kendi etki/nüfuz
alanlarında yaygınlaşıp, zamanla ortak yazı dili haline gelmişlerdir. Osmanlıca
denen Batı Anadolu Türkçesi ile Çağatayca denen Doğu Türkçesinin yaygın
kullanım ve yazı/yazışma dili haline
gelmesi bu suretle vâkî olmuştur.Çağatay Türkçesi İran ötesinde, nerdeyse tüm
Orta Asya’da zamanla yaygın yazı/yazışma
dili haline gelirken, Adriyatik’ten Doğu Akdeniz’e kadar Osmanlı Türkçesi
yazı/yazışma dili, dahası imparatorluk dili halini alır. Osmanlı türkçesi
zamanla imparatorluk coğrafyasında adeta Lingua Franca haline gelir.Bir
zamanlar Irak’tan, Batı Anadolu’ya, Hindistan’a kadar geniş bir coğrafyada
Farsça yazı/yazışma dili olarak kullanılagelmekteydi. Hatta 13. Yüzyılda Moğol
hükümdarı Güyük Han Roma’daki Papa’ya mektubunu (1 Cemaziyelâhir 644/14 Ekim
1246 Tarihli Mektup) Farsça olarak göndermişti. Aynı dönemlerde, Orta Çağ’da
Batı dünyasında ortak yazı/yazışma dili Latinceydi neredeyse 17. Yüzyıla kadar
Fransa, İngiltere, Bavyera ve Polonya dahil Latin dili bu şekilde
kullanılmaktaydı. Latince başlıca ilim/yazı diliydi. Fransızca, İngilizce vs.
dillerin yazı dili olarak yaygınlaşması bu tarihlerden sonradır. Osmanlı
Türkçesi, Lisan-ı Osmanî denen Batı Anadolu Türkçesi, Osmanlı İmparatorluğunun
büyümesi ve üç kıtaya yayılması ile 16. Yüzyılda Saray merkezli ortak yazışma
dili haline gelmiştir. Daha önceki devirlerde Osmanlı’da yazı/yazışma dili
olarak Selçuklularda ve beylikler döneminde olduğu gibi Arapça ve Farsça
kullanılırdı. Bu Osmanlının Kuruluş ve yükselme dönemlerindeki mezar, yapı vs.
kitabelerden de tesbit edilebilmektedir. Hatta 16. Yüzyıl sonlarında Feridun Ahmed
Bey’in kaleme almış olduğu iki ciltlik ünlü “Münşeâtu’s-Selâtîn” adlı eseri
incelendiğinde bu gelişim takip edilebilmektedir.
Osmanlı
Türkçesi sadece imparatorluğun yapı ve mezar kitabelerinde değil, yazışma/yazı
dili olarak da yaygın bir şekilde kullanılmaktaydı. Balkanlarda/Rumeli’de
Arnavutça, Boşnakça, Bulgarca, Rumca yerel olarak kullanılsa bile ahâli-yi
müslimede ortak yazı/yazışma dili Osmanlı Türkçesiyleydi. Arapça ve Farsça ise
mektep ve medreselerde kullanılmaktaydı. Kahire, Şam, Halep ve Bağdat gibi
merkezlerde de Osmanlı Türkçesi ile kitaplar telif edilip neşrediliyordu.
1928’den sonra Türkiye’de yasaklanmasına karşın, 1940’lara kadar Arnavutluk’ta,
Kosova’da, 1946’ya kadar Bulgaristan’da, 1964’e kadar Kahire’de Osmanlı
Türkçesi ile kitaplar telif edilip yayınlanmıştır. Batı Trakya, Şam-ı Şerîf ve
Bağdat’da da 1970’lere kadar Osmanlıca eserler, hatta gazeteler basılmıştır.
1960’lı, 70’li yıllarda dahi Batı Trakya’da Hafız Ali Reşad’ın “Esas
Muhafazakâr” ile, Hafız Yaşar’ın “Sebat” gazeteleri Osmanlı Türkçesi ile, Arabi
harflerle neşredilirdi. Arnavutluk’ta ise Arnavutlar aile içi mektuplaşmalarda
bile Osmanlı Türkçesini kullanmaktaydılar. Arnavutluk, 1913’te Osmanlı’dan
kopmuş olmasına karşın 1920’li yıllarda dahi Şer’î mahkemeler başta olmak üzere
resmi yazışmalar büyük ölçüde neredeyse Enver Hoca dönemine kadar, Osmanlıca
olarak devam etmekteydi. 19. Yüzyılın ikinci yarısında yine bu merkezlerde
Osmanlı Türkçesi ile gazete, Salnâmeler ve mecmualar neşrolunmaktaydı. Bitlis
ve Diyarbekir şehir merkezinde ahâli-yi müslime ekseriya kürt olmasına rağmen şehirli/bâjârî lisanı olarak
Türkçe isti’mal edilirdi.
İmparatorluk
döneminde Kanûn-i Esâsi’ye/Birinci Ve İkinci Meşrutiyet’e kadar herhangi bir
dil dayatması ve yasağı söz konusu değildi, herkes yazabildiği/yazdırabildiği
bir dille okuyup yazabilme, yazışma, payitahta ariza/dilekçe, resmi yazı
gönderebilme serbestisine/imkanına sahipti. Bugün arşivlerde bulunan, 19.
Yüzyıla ait, Saray’a/Bâb-ı Alî’ye gönderilen arizalarda bir hayli Arapça ve
Farsça metinlere de rastlanmaktadır. O dönemde bu arizalar Saray’da/Bâb-ı
Alî’de Tercüme Odaklarında Osmanlı Türkçesine nakledilip aslı ile birlikte
padişaha/makâma sunulurdu. Bu serbestiyet ortamında dahi Osmanlı Türkçesi
yukarıda örnekleriyle belirttiğim gibi bir Lingua Franca olarak en başat ve
yaygın yazışma/yazı diliydi.
Sözlü
kültürün baskın olduğu bölgesel dillerde ise buna ilşkin bir hayli zengin
malzeme bulunurdu.İslam öncesi Cahiliyye Arapçası, şiirleriyle, darb-ı
meselleriyle, Fesahat, belagat ve edebiyatı ile çok geniş ve zengin bir sözlü
geleneği barındırmaktaydı. Bu anlamda Arapça adeta Vahy-i Celîlinnâzil olmasına
takdir-i İlâhî ile hazır hale gelmişti.
Kürtçe,
Adigece, Belucça ve Peştunca gibi diller, neredeyse bu neviden diller olarak
aynı zamanda coğrafi anlamda çeşitli kültür ve medeniyetlerin kesişme ve
çakışma noktalarında bulunduklarından, sözlü kültür ve gelenek bağlamında bir
hayli gelişme göstermişlerdir. O yüzden bu dillerde kâfiyeli deyimler çoklukla
bulunmakta ve kullanılmaktadır. Ancak, adı geçen topluluklardan güçlü hanedan
ve hükümdarlıklar çıkmamış olduğundan yazılı kültür, yazı/yazışma dili olarak
fazlaca bir gelişme görülememiştir. Bu dillerde şiir, fesahat ve belağat sözlü
gelenekte gelişkin ve zengin olmasına karşın, saray dili anlamında yazı/yazışma
dili olamamışlardır. Bu yüzden bu topluluklardan yetişen ilim kültür ve irfan
mensupları yazılı eserlerini, şahsi mektupları dahil olmak üzere, İslam
Dünyasının Lingua Francası olan Arapça
veya Farsça olarak kaleme almışlardır. Bu durum 15. Yüzyıl Batı Anadolusu için
de geçerliydi.
Ancak,
1293/1876’daki Meşrutiyet Anayasasındaki (Kanûn-i Esâsî) 18. Madde bu
yapının/dengenin bozulmasının başlangıcı olmuştur.”Me’murînin Türkçe’ye Vukûfu”
başlıklı maddede “ Tebaâ-i Osmaniye’nin hidemât-ı devletde istihdâm olunmak
içün devletin lisân-ı resmîsi olan Türkçe’yi bilmeleri şarttır.” İfadesi yer
almaktaydı. 1878’de Sultan II. Abdülhamid tarafından askıya alınan bu Kanûn-i
Esâsî, 14 Temmuz 1908’de tekrar yürürlüğe konmuş (II. Meşrutiyet), ilanının
ardından birçok siyasi/toplumsal problemlere yol açmış, özellikle 18. Madde
gerek Rumeli’de gerekse, Osmanlı’ya bağlı Arap dünyasında ciddi rahatsızlık ve
ayrışmalara sebebiyet vermiştir. Tarihimizde Osmanlı bürokrasisinin ve
Rumeli’de Osmanlı’nın en büyük gücü olan Arnavutların, Rumeli’nin tümüyle
kaybına sebebiyet verecek şekilde, Osmanlı’dan kopuşunun ana nedenlerinden biri
Kanûn-i Esâsî’deki bu 18. Madde
olmuştur.
Geçen
yüzyılda ise Osmanlı batılılaşması ile başlayıp zamanla İslam dünyasına hakim olan
Ulus devlete evrilmeve ulusalcı akımlar, bu yapıya büyük darbe vurup, dağıttı.
Türkiye’de 1920’li yıllarda başlayan harf ve dil devrimleri, bugüne kadar ki
süreçte Türkçe’de onulmaz yaralar açtı. Zengin ve geniş bir coğrafyada
kullanılmış olan bir imparatorluk/medeniyet dili, bir Lingua Franca
pozitivist/batıcı ulusalcılık adına.tasfiye edilip neredeyse yok edildi. 1928
öncesini unutturan, bu anlamda sil baştan haline ircâ edip, kadükleşen bir
ulus-devlet diline dönüştürülüp iyice fukaralaştırıldı. Bu anlamdaki dil
fukaralığı günümüzde tavan yapmış durumdadır. Geçen yüzyıl başındaki Osmanlı
Türkçesi ile, bugünkü çağdaş Türkçe mukayese edildiğinde travmanın boyutları
daha da iyi görülebilecektir. Hele ki, Türkiye’de, batılılaşma hedefi ile
yapılan /harf/dil devrimi sürecine karşın, İngilizce başta olmak üzere batılı
dillerin de öğretilmesinde büyük bir başarısızlık gözlemlenmektedir. Yüzyıla
yakındır, eğitim dili olarak imparatorluk ve İslami kökenlerinden soyutlanmış
modern-seküler Türkçe ile eğitim bu ülkede parlak bir tecrübeye sahip olamadığı
gibi, yabancı dille (İngilizce, Fransızca, Almanca) eğitim yönelimi ağırlık
kazanmakta, ancak ana dil fukaralaşması bu yabancı dillerin de öğretilmesini
iyice zorlaştırmaktırmıştır. Ve zaman içinde bu alandaki başarısızlık katsayısı
ciddi artış göstermiştir. Açıkçası, Türkiye, imparatorluk kültür ve
zenginliğinden soyutlanmış, olabildiğince fukaralaştırılmış, yapay ve kadük
hale getirilmiş tek bir dile ve bu tek dil üzerinden ilim
ve kültür yapmağa zorla mahkum ettirilmiştir.
Yorumlar
Yorum Gönder